ABD Başkanı Biden’in 1915 olaylarını “Ermeni soykırımı” şeklinde tanımlaması ve bu bağlamdaki açıklamaları tamamen siyasi ve düşmancadır. Bu konuda AİHM gibi uluslararası mahkemelerin kararları -özellikle Sn Dr. Doğu Perinçek kararı- ortadadır. Soykırım uluslararası bir mahkeme kararı olmadan uluorta kullanılması dış politik manevraların tamamlayıcı bir enstrümanı olduğunu açıkça göstermektedir. Biden yönetimi bu kararıyla Türkiye’nin millet ve devlet olarak tepkisini yoklamaktadır. Türkiye devlet ve millet olarak topyekûn kararlı bir karşı duruş göstermezse Pandora’nın kutusu açılacaktır. Bu tablo karşısında Ermeni soykırımı yalanına sarılan emperyalizmin yerli tetikçisi HDP temsil ettiğini söylediği Kürt yurttaşların 1915 sürecinde maruz kaldığı katliamın vebaline Van, Bitlis, Erzurum şehirlerinin Ermeni çeteleri tarafından yakılıp yok edilmesi mesuliyetine de vicdani anlamda ortak olmaktadır. HDP bu kararıyla Bogos Nubar ve Şerif Paşa “emperyal efendilerle” aynı hatta durduğunu Kürtlerin hak ve hukukunu savunmadığını belgeli olarak ispat etmiştir. Türk halkıyla bütün köprüleri atmıştır.
Bu tablo karşısında siyaset kurumu ve sivil toplum örgütlerinin ortak bir strateji çerçevesinde hareket etmesinde fayda vardır. Türkiye’de öteden beri bu mücadeleyi koordine edip yürütecek kurumsal düzen bir türlü kurulamadı. MGK bünyesinde yürütülen çalışmalarda epey bir mesafe alındıktan sonra tüm yapı lağvedilerek en başına dönüldü. Bütüncül bir strateji onun kısa, orta, uzun vadeli uygulama planları mevcut değildir.
YAPILMASI GEREKENLER…
Devlet politikalarına yön çizecek alternatifler oluşturacak büyük ve nitelikli bağımsız bir araştırma enstitümüz maalesef hala yoktur. Olması da siyaset kurumunca ve uluslararası düzen tarafından öteden beri arzu edilmemektedir.
Kaynak Yayınları ve Talat Paşa komitesinin ortaya koyduğu uluslararası nitelikli yayınlar ve aydınlatma faaliyetleri devlet kurumlarının tamamını aşacak bir niteliğe haizdir. Mevcut durumu doğru tahlil edemezsek geleceği öngöremeyiz.
Bu aşamada yapılması gerekenleri kısaca özetlersek:
1. Biden’in açıklamasına karşı TBMM ortak mutabakatla tarihi bir cevap vermelidir.
2. Savunma ekonomik işbirliği anlaşması askıya alınıp ABD üsleri süresiz kapatılmalıdır.
3. Türkiye Ermenistan’la diasporayı saf dışı ederek doğrudan diyalog başlatmalıdır. Fakir ve izole Ermenistan diaspora ağalarının umurunda değildir.
4. Fetö ve PYD konusundaki ABD işbirliği NATO Askeri komitesi toplantısında gündeme getirilmelidir
5. Astana süreci, Sochi stratejik işbirliği perspektifi genişletilerek, derinleştirilerek Kıbrıs’ın ve Abhazya’nın karşılıklı olarak uluslararası alanda tanınması süreci başlatılmalıdır.
Bu yeni durum Türkiye’deki geleneksel olarak sorgusuz sualsiz Atlantik ittifakından yana tavır alan devlet kurumlarının ve kamuoyunun ciddi bir sorgulama yapmasına imkan sağlamasını umuyorum.
Dostoyevski’nin ifadesiyle:
“Bu devir, sıradan insanın en parlak zamanı; duygusuzluğun, bilgisizliğin, tembelliğin, yeteneksizliğin, hazıra konmak isteyen bir kuşağın devridir. Kimse bir şeyin üzerinde durup düşünmüyor. Kendisine bir ülkü edinen çok az. Umutlu birisi çıkıp iki ağaç dikse herkes gülüyor: “Yahu bu ağaç büyüyünceye kadar yaşayacak mısın sen?” Öte yanda iyilik isteyenler, insanlığın bin yıl sonraki geleceğini kendilerine dert ediniyorlar. İnsanları birbirine bağlayan ülkü tümden yitti, kayıplara karıştı. Herkes, yarın sabah çekip gidecekleri bir handaymış gibi yaşıyor. Herkes kendini düşünüyor. kendisi kapabileceği kadar kapsın, geride kalanlar isterse açlıktan, soğuktan ölsün, vız geliyor…(Fyodor Dostoyevsky, Budala )”
TBMM SİYASETİNİN TEK HEDEFİ…
Siyasi partiler teker teker kınama bildirileri yayınlamayı yeğlerken bir araya gelerek böylesine önemli bir meselede TBMM kararıyla ortak bir mutabakatla cevap verilmemesinin izahı yoktur. Türkiye siyasi açıdan en çatışmalı günlerde Kıbrıs konusunda bu tavrı gösterebildiği için kazandı. Ortak bir açıklamaya yanaşmamak “Biden’ı karşımıza almayalım ne lüzumu var”, bizi destekler, görür belki anlamına gelir, patlat “sade suya tirit” açıklamayı geç karşıya anlamına gelir.
Hangi siyasal rejim ve sitemle idare edilirseniz edilin devlet idaresi ve kamu yönetimi için çağın bilgi felsefesine ve ufkuna hakim, oturmasını kalkmasını bilen, nitelikli, bilgili, liyakatli uzmanlara, teknokratlara ve siyasi liderlere, önder kadrolara ihtiyacınız vardır. Türk devlet teşkilatı tarihi boyunca bu ihtiyacı “ak sakallar ve alim bürokratlarla” karşılamıştır. Tonyukuk’la başlayıp erken Cumhuriyete kadar bu tipolojinin izini rahatlıkla takip edebiliriz. İroni olsun diye dağğğvva, devrim, noktasında medeniyeti diye huruç eden alt kültürün diplomalı cahillerine “20.000 kitap, şömine, şaraplar, boğazlı kazak ya da fular” (bazılarını kazak sıkıyor o yüzden tadil ettik) şartını koyduk, pek kızdılar, “büyük telefon, ince çerçeveli gözlük, çiçekli kravat, parlak çeket, wireless kulaklık, beylik sözler ve ezberlenmiş ve öğretilmiş bilgi setleriyle” devlet yöneten sınıfa dahil olunmaması gerektiğini izah etmeye çalıştım. Okuma yazması ancak “çimlere basmayınız, yolda işemeyeniz seviyesindeki” yüzeysel anlamı idrak edebilecek seviyedeki güruhla uygar dünyayla yarışamazsınız.
TBMM siyasetinin tek hedefi iktidarı ele geçirip üleşmek olmamalıdır. Bu yağma ve potlaç kültürü tüm ülkemize kaybettiriyor.
Politik önderliğin ve teknokratların “kültürel avamlığı ve vasatlığı”nın ceremesini millet olarak hepimiz birlikte öderiz. Mesele sırf bir eğitim ve diploma meselesi değildir, bir iklim meselesidir. Ardahan’da ne kadar özen gösterip uğraşsanız da narenciye yetiştiremezsiniz.
Ülke ve dünya meseleleri karşısında tarihinde hiç olmadığı kadar apolitik ve tarih dışı kalan içine “Bekçi Murtazalar” kaçmış, Ortega Gasset’in “kitle insanının” üretim üssüne dönüşmüş Üniversite dünyamız, akademik dünyamız; hekeza basın dünyamız.
Bir aralar İsmail Nacar ve Zekeriya Beyaz’ların, Dilipak’ların önde olduğu bir İlahiyatçı yazar TV tartışmacıları akımı vardı. Sonra araştırmacı yazarlar ve komplo teorisyenleri çıktı, şimdi son moda avukat hukukçu tartışmacılar ki, evlere şenlik hepsini gölgede bıraktı. Bu sayede Türkiye’de hukukçuluğun sadece kanun maddeleri bilmekten ibaret olduğunu görüp üzülüyoruz. Profesörle sıra hukukçu avukat arasında tv tartışmacılığında hiçbir mesafe yok. Google bilgilerinden sorulan devşiren sunucu hanım kızlar, googleden edindiği bilgiler kendine aitmiş gibi cevap veren hukukçu yazarlar dünyamız. Aydınlanıyoruz, ne güzel. Siz hiç bugüne kadar Türk TV’lerinde yeni yayınlara ve eserlere referans verebilen bir tartışmacı gördünüz mü? Uzun yazı istemiyorlar, okumyorlar, bilimsel yayınlar okunmuyor ülkemizde. Haydar Dümen’lik kısa ve dolgun olsun isteniyor, hem okumayacak ama hemen hemen her konuyu bilecek ne güzel! O da bir maharet.
“TBMM partileri ve liderlik kadrolarının bir bütün olarak Türkiye’nin sorunlarını kucaklayarak, tahlil ederek yenilikçi bir perspektife bağlı olarak çözüm üretecek donanım ve birikimden uzak olduklarını görüyoruz. Bu yapı bir ekoloji oluşturarak toplumun geri kalanını da atıl hale getiriyor. Üniversite, sendika, sivil toplum bu afazik ve felçli geri bakış açısının dışında değildir. Bu ekoloji denetim altına aldığı basın yayın organları, bilginin dağıtım mekanizmaları üzerindeki tekeliyle cehaleti katmerleştirerek ortak bir cehalet referans havuzu oluşturuyor. Basın ve yayın mecraları bu cehalet havuzunun amiral gemisi.” (Kemal Üçüncü, Aydınlık 14 Mart 2020 ). Sorunun esası burada.
Bu eleştirileri onlar yermek, küçük göstermek tahkir etmek anlamında söylemiyorum. Eleştirirken alternatifleri de ortaya koyuyorum aksi Takdirde fitne yapmış oluruz. Kendilerini sorgulayarak bir çekidüzen vermelerini sağlamak tabanda böylesi bir arzu ve istek oluşturmak adına yazıyorum. Yoksa bir methiye ve güzelleme mektubu da yazabilirdim, o sayede “güvece” ortak olurdum. Milletime ihanet edemem. Bu fotoğraf eğrisiyle doğrusuyla bizim fotoğrafımız. Bıktırana kadar yazacağız , söyleyeceğiz. Halkın da, ara kademe aydınlarında kuru “şakşakçılık” yerine kendi partilerine bu yönde talep iletmelerini ve baskı kurmalarını arzu ederiz. Mevcut tabloda ara kademe aydınlar ve partizanlar lider ve kadroları kadar suçludur.
Prof. Dr. Kemal Üçüncü