Hanoi’den bindiğim trenin kopartıman kapsını açar açmaz dört adet su şişesi dört adet çikolata ve en önemlisi de telefonumu şarj edebileceğim prizi görünce o andan itibaren ‘Sapa’ yolculuğumun heyecanı dört bir yanımı sardı. Hayatımın en güzel ve en zorlu yolculuğuna trenin salına salına geçtiği ıssız yerleri trenin buğulanan camlarından izleyerek geçirecektim. Ama öyle olmadı.
Eğer engelli bir gezginseniz önceliğiniz yolculuk yaptığınız ulaşım aracı ya da göreceğiniz manzara değil varmak istediğiniz noktada sizi bekleyen engellerdir. Gideceğim yer taşlı tozlu yollarıyla dağ tepe epey zorlu bir parkur. Dolayısıyla kafamda bu endişeler varken bilinçaltım beni beşik gibi tıngır tıngır sallayarak götüren trende mışıl mışıl bir uykuya daldırdı. Ve sabahın seherini rehberimiz Alkan’ın o gür ve hiç uyumamış gibi; “İstasyona geldik uyanın” sesi eşliğinde kompartıman kapılarını alacaklı gibi çalmasıyla karşıladım.
Hanoi’den yaklaşık 7-8 saat süren tren yolculuğumdan sonra Lao Cai’ye varıyorum. Kısa bir kahvaltı molasından sonra yine yollara düşüyorum. Bu sefer yaklaşık iki saat huzur, sağlı sollu ağaçlarla bezenmiş, zaman zaman sis zaman zaman güneşin kendini gösterdiği sürekli rampa çıkan, çıkarken de pirinç tarlalarının tablo misali manzarası bana eşlik ediyor. Yolculuk bitip tamam geldik dediğim noktada yine o ses yine Alkan, “Arkadaşlar teleferiğe bu büyük araçla değil daha küçük bir araçla gidiyoruz.” İşte tam bu sesle endişelerim artıyor. Artık gözüm kulağım manzarada değil bacağımın bana duyurmaya çalıştığı sese odaklanıyorum. “Aman dikkat et” diyor. “Tamam elimden geleni yaparım” diyorum. Teleferiğe bineceğim istasyona geldiğimde ilk kontrol ettiğim şey yürüyen merdiven ya da asansör var mı yok mu oldu. Çok şükür her ikisi de var. Asansör ve yürüyen merdiven oluşu içimi rahatlattı. Bir-iki yürüyen merdivenden aşağı indikten sonra işte heyecan dorukta. Kalbim, kalbim diyorum. İşte artık normal bir çalışma eforundan çıktı saatli bombaya döndü.
Rehberimiz Alkan’ın sesiyle irkiliyorum yine. Teleferiğe binerken çok dikkat et demesiyle bir çırpıda içerden elleriyle ellerimi tutup destek vermesi bir oldu. Ve dumanlı dağlar arasında, aşağıda pirinç tarlaları eşliğinde dünyanın en uzun teleferiğinde (6.4 km uzunluğunda ) zirveye doğru giriyorum. Yaklaşık 30 dakika sürecek teleferik yolculuğunun 20 dakikasında; “Eğer, bu teleferikte bir sorun çıkarsa, sistem sizi en yakın istasyona sağ salim götürüyor, dolayısıyla endişe etmeyin.” Sağ ol Alkan’cığım ya düz yolda desteksiz zar zor çıktığım Sapa yollarından sonra 2500 metre yükseklikte bu bilgiyi vermekle içime su serptin. 10 dakika sonra teleferik yolculuğu bitti ve Yelda’dan müjdeli (!) haber geldi. “Evet Yüksel’ciğim burası Hinduçini’nin zirvesi işte geldik” diyor. “Ama” diyor. Bilirsiniz ama’lardan sonra başlayan her cümlede bir olumsuzluk vardır. “Aması nedir Yelda? diyorum. Ama yaklaşık 300 merdiven çıkacağız diyor.
Ben sana yardım edeceğim endişe etme demesi, endişelerimi azaltmadı ama tabana kuvvet demeden önce zirveye en azami riskle nasıl zirveye çıkabiliriz diye birlikte bir karar aldık. Yelda ve Alkan, o dimdik hiçbir yerinde destek olmayan 300 merdivenden beni en sağlıklı şekilde çıkarmak için hangi tarafımda durmalı, hangi elimi tutmalı, nerede nasıl destek vermeli onu konuştuk. Böyle bir durumda en önemli karar sizin. Vücudunuzu, rahatsızlığınızı çok iyi tanımanız gerek yoksa size destek vermek isteyen insanları yanlış yönlendirir, kaş yapayım derken göz çıkarırsınız. Sırt çantamı Alkan’a veriyorum. Yelda’yı sağ elimden tutmasını ve sürekli iki basamak önde ilerleyip beni yukarı kuvvetlice basamakları çıkmam için peşinden sürüklemesi için yönlendiriyorum. Bir iki 150-160 ha gayret derken kan revan ter içinde kalbim ağzımda çarpa çarpa basamakları tamamlıyorum.
Yelda ile zirveye çıkışımızı kucaklayarak kutlamak ve kalp ritmimin düzenini sağlamaya çalışırken tepeden o gür ses yine kendini hatırlattı. “Fünikülere beraber bineceğiz Yüksel! Bu son, gerçekten bitiyor” diyor. Bende artık buna inanmak istiyorum. Bu sefer Alkan elimden sıkıca tutuyor. Fünikülere dikkatlice bindiriyor. Birkaç dakika sonra gerçekten zirvedeyiz. Gerçekten diyorum çünkü ne çıkabileceğim bir basamak ne teleferik ne füniküler ne de yürüyecek bir yol var. Sonsuz bir boşluk, dumanlı dağlar ve kocaman bir zirve yazısı: FANSİPAN!
Evet, Yelda ve Alkan’la tüm engellere rağmen, 15 ameliyat süregelen tedavilere rağmen kendimi sınırlarımı aştığım bir rota yaptım. 3 bin 134 metre yüksekliğe Fansipan zirvesine çıktım. Fansipan üç ülkenin yani Vietnam, Laos ve Kamboçya’nin en zirve yeri. Saatlerce süren araç yolculuğu, teleferik, dimdik 300 merdiven, yetmedi fünikülere bindim. Yere göğe sığmayan ruhum dağ bayır bulutların içinde zirve yaptı. Dünyayı bir daha gelsem, bir eksik iki fazla hiç fark etmez farklı bir bedende ama aynı gezgin ruha sahip doğmak isterdim. Bu zorlu yolda elimi bir dakika bile bırakmayan, benimle birlikte aheste aheste üç adım önde iki adım geriden her türlü riske karşı koruyup kollayan sevgili Yelda Baler ve Alkan Sisli’ye söylemek istediğim tek şey şu: Çocukluk hayallerimizi gerçekleştirenlerin yeri cennettir.