Uçak Dubai’ye inerken büyük bir merak uyanıyor içimde. Çelik ve cam kaplı gökdelen öbeklerinden yansıyan güneş ışığı etrafı seyretmemi zorlaştırsa da çölde kurulu modern dünyayı seçebiliyorum. Eski göçebe kabilelerden iz kalmamış. 1833’te bir Arap lider 800 kişilik kabilesiyle çölü geçerek Basra Körfezi’nin güney kıyılarına gitmiş ve iki yüzyıl kadar sonra torunları bu çölü bugünkü Dubai’ye çevirmiş. Dubai’nin üç dileği, lambadan çıkan cin yerine getirmişçesine hızla gerçekleşmiş: Dünyanın en yüksek binası, palmiye ağacı biçiminde devasa yapay bir ada ve denizden yükselen bir otelin inşası. Ziyaretlerime bu simge yerlerden biriyle başlıyorum.
Gökyüzüne yükselen gümüş hançer: Burj Khalifa
Burj Khalifa, yani “Halifenin Kulesi” şehrin her yerinden görülebiliyor. Gece gündüz parlayan bu bina Dubai’nin “merkezi”. Empire State Binası’nın iki katı büyüklüğünde, 828 metre yüksekliğinde bu binanın etrafında büyük bir meydan ve dans eden sularıyla bir süs havuzu var. 124’üncü kattaki gözlem alanından bakınca Dubai’nin ana planını anlamak mümkün: Çelik ve camdan şehir bir tarafta çölle, diğer tarafta ise turkuaz bir denizle, kıyısında da demir almak üzere bir tekneye benzeyen Burj Al Arab Jumeirah ile çevrili.
Yaşamın merkezi: Dubai Mall
Ancak mimari dehanın ötesinde, hayatın kalbi gökdelenin dibinde, etrafını çevreleyen 100’den fazla restoran ve kafesiyle Dubaililerin buluşma noktası Dubai Mall’da atıyor. Her yarım saatte bir gerçekleşen su gösterisini beklerken, kıyafetlerinden ve aralarındaki nüanslardan insanların sırlarını çözmeye çalışıyorum. Şehrin yaklaşık 2 milyon olan nüfusunun neredeyse yüzde 90’ı bölge ülkelerinden gelen Müslümanlardan oluşuyor. Arap Emirlikleri’nde ve Arap Yarımadası’nda doğan erkekler beyaz kandura ve igual denen siyah kordon ile bağlanmış pamuklu gutra giyiyor. Kadınlar abaya denen siyah, uzun ve gevşek bir pelerin giyiyor; yüz hatlarını belli eden biçimde örtüyor veya sadece gözleri açık bırakan peçe takıyor. Pakistanlılar ve Hintliler genelde aynı renkte geniş pamuklu bir pantolon ve uzun diz boyu gömlek giyerken bazıları başlarına türban sarıyor. Türkmen ve Azerbaycanlı kadınlar renkli pantolonla geniş etek giyip başlarıyla boyunlarını bir eşarp ile örtüyor. İranlılar ise çador denen kapüşonlu tek parça pelerinle dolaşıyor.
Dünyanın en büyük ve en lüks alışveriş merkezlerinden Dubai Mall’ı geziyorum. Yüzölçümü 50 futbol sahasına eşit ve şu an bulunduğum ülkeye daha uygun bir kıyafet bulmak için gezebileceğim 1200’den fazla dükkâna ev sahipliği yapıyor. Souk Al Bahar ve Gold Souk’tan geçip geleneksel kıyafet satan dükkânları buluyor ve yere kadar inen, fuşya rengi güzel bir tunik alıyorum. Daha sonra, Financial Center istasyonundan fütüristik yer üstü metrosuna binerek Khor Nehri kıyısına, sokak pazarlarıyla meşhur, Dubai’deki ilk camilerin yapıldığı, buranın en eski mahallesi Bastakiya’ya gidiyorum. Çok geçmeden, beyaz bir Rolls-Royce Phantom, beni Burj Al Arab Jumeirah’a götürmeye geliyor. Deniz üstünde, sahile 200 metre mesafede, geleceğe yelken açmış bir tekneye benziyor burası.
Krallara layık bir deneyim
Burj Al Arab’ın bütün misafirleri bir Rolls-Royce’la getirilir ve kraliyet ailesindenmiş gibi ağırlanır. İki katlı, toplamda 200 metrekarelik alan üzerine kurulu, deniz manzaralı süitlerin tavandan zemine pencerelerinden Burj Khalifa’nın parlak kulesi ve onun birkaç metre uzağındaki Wild Wadi Waterpark da görünüyor. Dans eden suların hipnotize edici hareketlerini ve mimari simetriyi lobide oturmuş izlerken zaman algımı tamamen kaybediyorum. Yüksek sütunlarla altın renkli kemerler, her biri farklı renkte; mavi, yeşil ve sarının tonlarından oluşan bir eğim yapıp 27 katın üçgen yapısını destekliyor. Ertesi gün sabah saatlerini kumsalı halıyla kaplı özel bir plajda geçiriyor ve 30 oyun ünitesi olan Wild Wadi Waterpark’ın tadını çıkararak çocukluk günlerime dönüyorum.
Lüks ve ihtişam tarih vekültürle buluşunca…
Dubai’de Aquaventure isminde bir su parkı daha var. Wild Wadi’den üç kat daha büyük, Dubai’nin üçüncü dileği Palm Jumeirah yapay adasında. Tek raylı bir tren palmiye ağacının iki kilometreden uzun gövdesini geçip buradan çıkan on yedi yaprağa ayrılıyor. Palmiyeleri çevreleyen halka şeklindeki büyük ada dev bir dalgakıran işlevi görüyor. Sadece bu halkayı yapmak için 7 milyon ton kaya kullanılmış. Dubai’nin ruhu “aykırı” mimarisinde yatıyor ama ben eski kartpostallara özgü tek renkli gölgeleri ve sessizliği ile Arap çöllerini; ilk yerleşimciler Khor Nehri’ne gelmeden çok önce orada olan şeyi de görmek istiyorum.
Sharjah yönünde 60 kilometreden biraz daha fazla gidiyor ve 225 kilometrekarelik bir doğa rezervi içinde, doğanın mükemmelliğini yenebilecek hiçbir ekonomik güç olmadığını hatırlatan Al Maha’ya varıyoruz. Eski bir Bedevi kampı gibi inşa edilmiş 42 süit, bu altın rengi enginlikte kendimi yalnız hissetmeme yetecek kadar uzak birbirinden.Yoğun bir portakal çiçeği kokusu ciğerlerimi doldururken, varlığımı fark etmeden gezinen ceylan ve antilopları izlemek için verandaya çıkıp oturuyorum. Sakinleştirici bir sessizlik beni kucaklıyor.
Öğleden sonra, güneş ufka yaklaşırken, kamptaki rehberim Yazir deveye binmeme yardım ediyor; birkaç misafirle birlikte korucunun arkasında tek sıra ilerliyoruz. Yarım saat sonra güneş ufka dokunmadan dakikalar önce, bizi mutlu edecek içeceklerle hurmaların beklediği bir çadırda duruyoruz. Şafak vakti yapmayı planladıklarım daha bir heyecan yüklü: 4×4 arazi araçları bizi Umman sınırına yakın çölün en yüksek kum tepelerine götürüyor. En yüksek tepede (60 metre) duruyoruz. Güneş kumun altın tonlarını ışıtarak doğarken çocuksu bir neşeyle yalınayak koşarak kumlarda yuvarlanıyor, bata çıka ilerliyoruz. Havaalanına dönerken şehir merkezinden geçiyorum. Sadece kumun olduğu yerde şimdi modern, yepyeni bir şehir var. Bu keskin tezat beni kendine hayran bırakıyor.