Bu büyük zafer uğruna hayatlarını feda edenlerin anısına başımızı eğerek, hiç abartısız 20. yüzyılın en trajik olayı olan ve dünya milletlerinin benzeri görülmemiş bir bedel ödediği İkinci Dünya Savaşını tekrar tekrar yâd ediyoruz. SSCB bu savaşta 26 milyondan fazla, Çin 15 milyon, Almanya 13 milyondan fazla, Polonya 6 milyon civarında vatandaşını kurban verdi. Yahudi soykırımında 6 milyon kişi kurban verildi ve bu hüzünlü şehitler listesi sonsuza dek uzayıp gidebilir.
*
DİPLOMATLAR ve politikacılar için 9 Mayıs, 1945 yılında Anti-Hitler Koalisyonu ülkelerinin kendilerini Birleşik Milletler olarak adlandırdıklarını hatırlamaları için bir başka vesiledir. Savaş yıllarında onlar omuz omuza duruyorlardı. İnsanlığa karşı nefret besleyen nasyonal sosyalizm ideolojisinin ortak bir tehdit olduğunun kavranması, çeşitli politik ve sosyo-ekonomik modellere sahip olan bu ülkelerin aralarındaki anlaşmazlıkları bir kenara itmelerine yardımcı oldu. Hitler Almanyası’nın yenilgiye uğratılmasının, adaletin zaferini ve ışığın karanlığa karşı galibiyetini simgeleyeceğine olan inanç, bu ülkeleri birleştiren faktör oldu.
Savaş bittikten sonra müttefikler, egemen devletler arasında eşit işbirliği idealini esas alan yeni bir uluslararası ilişkiler mimarisi oluşturdu. BM’nin kurulması, halefi olan Milletler Cemiyeti’nin hazin akıbetinin tekrarlanmayacağının bir garantisi olmalıydı. Tarih derslerine çok iyi çalışan BM’nin kurucuları, ‘gelecek nesillerin savaş belasından kurtarılması’ konusunda ‘büyük devletler arasında bir uzlaşı’, yani dünyanın önde gelen ülkelerinin tam mutabakatı, uluslararası toplumun tüm üyelerinin mutlak kararlılığı olmadıkça, dünyada istikrarı sağlamanın mümkün olmayacağını anladılar.
Maalesef günümüzde, İkinci Dünya Savaşı’nın tarihini yeniden yazarak tarihi gerçekleri çarpıtmak isteyenlerin, saldırganla suç ortaklığı yapmanın sorumluluğunu üstünden atmaya ve savaşın çıkmasındaki tüm suçu Sovyetler Birliği’ne yüklemeye çalışanların sesleri giderek yükseliyor.
*
BATILI politikacı ve propagandacılar, dünya düzeninin kolektif esaslarının, BM Antlaşması’nın temel ilkelerinin ve genel kabul gören uluslararası ilişkiler normlarının haklılığı konusunda toplumda kafa karışıklığı yaratmak istiyorlar. Mevcut uluslararası hukuk sistemini temelinden sarsma, onu ‘kurallar üzerine kurulu düzen’ ile ikame etme politikası uyguluyorlar. Bu düzeni de, ‘güçlü olan haklıdır’ ilkesine ve ‘orman kanununa’ dayanarak kurmak istiyorlar.
Sanırım, bütün bunlar bize bir kez daha ispatlıyor ki, İkinci Dünya Savaşı’ndan çıkarılan dersler hâlâ daha güncelliğini korumaktadır. Bunlar, öncelikle yapılması gerekenlerin, uluslararası güvenliğin ve onun kolektif esaslarının korunması ve pekiştirilmesi, hoşgörüsüzlük ve yabancı düşmanlığıyla mücadele edilmesi, ‘çifte standarttan’ vazgeçilmesi olduğunu göstermektedir. Batılı demokrasiler, o dönemde Nazi rejiminin kendileri için oluşturduğu tehdidi önemsemedikleri gibi, günümüzde de terör örgütlerine verilen desteğin ve gelişen neo-faşist hareketlere göz yummanın doğurduğu riskleri idrak edememektedir.
Asıl ve son derece önemli görevimiz, ülkelere ve halklara tarihsel gelişim yollarını dikte etme, jeopolitik dünya haritasını az sayıda devletin ve bu devletlerdeki muktedir elitlerin menfaatine olacak şekilde yeniden çizme konusunda giderek daha sık ve üstelik arsızca ve saldırgan şekilde yürütülen girişimlere karşı koymaktır. Tam da bu, tam da saldırganı ‘yatıştırma’ girişimleri ışığında Hitler Almanyası’nın ve uydu devletlerinin ortaya attığı saldırgan hak iddiaları, küresel savaşın başlamasına neden olmuştur. Bunu asla unutmamalıyız, aksi takdirde bu faciayı yeniden yaşama riskiyle karşı karşıya kalabiliriz.