Bazı şehirleri yahut sessiz köşelerini anarken; Ahmet Hamdi’yi anımsamadan, ona selam vermeden kapıdan içeri girilmez. Marmaray çıkışının Hakimiyet-i Milliye Caddesi’ne denk düşen Yeni Valide Külliyesi’yle göz göze gelirsiniz. Beş Şehir yazarının şu cümlesi caminin, türbenin duvarlarına bakarken bir anda sizi bulur ve konuşmaya başlar: “III. Ahmed’in annesi Hatice Gülnûş Emetullah Sultan için yaptırdığı Üsküdar’da çarşı içindeki cami deniz tarafından gelirken görülen kısmı bir tarafa bırakılırsa bulunduğu yerden şehre bir şey ilâve etmez, onu sevmek için yakından, olduğu yerde, yapıldığı sarsıntılı devrin hususî güzelliği ile, dalında bir gül gibi parıldar görmek lâzımdır. III. Ahmed devrinin en güzel eseri odur. Ne Sultanahmet çeşmesi ne Lale Devri’ni, devamı olan I. Mahmud zamanına bağlayan Tophane ve Azapkapı çeşmeleri hattâ o kadar zarif olan, o kadar bizim İstanbul’umuzu veren İbrahim Paşa imaretleri onunla yanşamazlar.”
Klasik Osmanlı mimarîsinin sonu
Üsküdar İskele Meydanı’nın solunda yer alan Yeni Valide Külliyesi, Klasik Osmanlı mimarisinin son ve Lâle Devri’nin en önemli örneği olarak kabul ediliyor. Külliye, III. Ahmed’in annesi Gülnûş Emetullah Sultan tarafından yaptırılır. Peki, niye yeni adıyla tesmiye olunmuş? Çünkü Mimar Sinan’ın son eseri olarak bilinen ve yine Üsküdar hudutlarında yer alan Atik, yani Eski Valide Cami ile ayırt edilmesi için böyle bir terkip düşünülmüş. Külliyenin inşasına 7 Kasım 1708 tarihinde başlanır, 5 Mart 1711’de ise kapılarını ibadete açar. Klasik şemayı hatırlatalım: Kompleks; cami, sıbyan mektebi, imaret, türbe, hazîre, sebil, çeşmeler, abdest muslukları, hela, su haznesi, gusülhane, meşruta, dükkânlar ve hünkâr kasrından müteşekkil. Yapılarda kullanılan mermerler Marmara adasından gelmedir, belirtelim. Mimarın kimliği biraz flu; ama ittifak edilen isim Sinan’ın hemşerisi Kayserili Mehmed Ağa. Biraz sanat tarihi damarından devam edelim: Külliyede klasik normların etkisi güçlü olmakla birlikte başta süsleme olmak üzere ayrıntılarda bazı yenilikler göze çarpıyor. Yapılar merkezdeki caminin ve bunu kuşatan dış avlunun etrafına yerleştirilmiş. Sadece imaret bu gruptan ayrılarak deniz kıyısında inşa edilmiş. O da bugün yeniden gün yüzüne çımayı bekliyor, hatırlatalım. İsmet Paşa devrinde, yani 1940’ta kapsamlı bir onarım gören külliye en son 2014’te restoreye tabi tutulmuştu.
Sanatsal bir buluş!
Külliyenin en önemli unsuru olan cami merkezî kubbeli harim ve revaklı (üstü örtülü) avlu. Yapıya yelpaze gibi açılan taş merdivenlerle ulaşılıyor, merkezî kubbeli bölüm ve iki yanındaki avlularla Tahtakale’deki Rüstem Paşa Camii’nin bir tekrarı gibi. Minber ve mihrap klasik üslûpta yani hemen her camide karşınıza çıkacak bir form. Çinileri görünce aklınıza İznik gelmesin; çünkü bunlar Kütahya üretimi. Kubbe eteğinde dolanan mukarnaslı frize de bakın. Yeri gelmişken; mukarnas terimini sıklıkla duyarsınız. Petekler dizisi ya da hücreler halinde istiflenmiş görüntü veren mukarnas, bulunduğu yerde hem taşıyıcı hem süsleyici işlev görür. Aynı zamanda geometrik bir tasarımın üçüncü boyuta aktarılmış bir uygulaması olduğu için ışık-gölge oyunlarıyla soyut anlamlara açılabilen bir penceredir. Sanat tarihçisi Selçuk Mülayim’e göre bu sebeple de görünüş olarak Müslüman sanatçının tasvirden uzak duran anlayışına cevap veren bir buluştur.
Kuşevleri caminin minyatürü olarak inşa edilmiş
Nedendir bilinmez camiler, kendisini Müslüman olarak tanımlayan bazı kişilerin hırsızlık alanlarıdır. Tanrı’nın huzurunda ayakkabısının çalınıp çalınmayacağını düşünen Müminin hâli trajik olsa gerek. Bunu şunun için hatırlatıyorum: Mihrabın solunda duvarda asılı Kâbe örtüsü çalınmış. Son cemaat yerindeki en gösterişli eleman; taş konsollar üzerine oturtulmuş mükebbireler olsa gerek. Hemen onun da ne işe yaradığını söyleyelim: Büyük camilerde müezzinlerin, son cemaat yerlerinde namaz kılan halka, imamın tekbirlerini tekrar etmek üzere bulundukları çıkıntılı balkonlara verilen addır. Camiyi saran duvarların üst taraflarında Allah evinin minyatürü de olan kuş evlerini lütfen fotoğraflayın. Osmanlı tarihinin bir savaş ve antlaşmalar tarihi olmadığını gösteren gündelik ve sosyal hayatın bir parçası çünkü detaylar. Cami kitabelerini yazan Osmanzâde Ahmed Tâib Efendi ile Bursalı Hezarfen Mehmed Efendi anmış olalım.
Çeşmede Lale Devri’ni görmek
Hani bazı optik resimler vardır, dikkatli bakınca geometrik gelgitler olur. İşte caminin çeşmelerine uzun uzun bakınca da Lale Devri’ne ışınlanıyorsunuz sanki. Taş süslemeler, ince bir işçilikle kaydedilmiş. Özellikle kâse içine yerleştirilmiş meyve kompozisyonları, III. Ahmed’in Topkapı Sarayı’ndaki hususi odasında karşımıza çıkan harikulade ayrıntılar. Resim-heykel kültürüyle yetişmiş Batılı turistlere bu çeşmelerin önünde her daim tesadüf etmeniz tesadüf değildir. Son söz girişte de olduğu gibi Tanpınar’ın: “Bu camiin yanında, çarşı içindeki Hatice Emetullah Sultanın türbesinde insan devir denen şeyi çok iyi anlıyor. Ne 15. ne de 16. asırlarda böyle bir türbe yapılamazdı. Bu hissîlik, ölüme sindirilen bu kadınlık ancak geleneklerin çözülmeye başladığı bir zamanda olabilirdi. Uzaktan büyük bir kuş kafesini andıran şekli de ancak 17. asır sonunda yavaş yavaş başlayan ve İbrahim Paşa zamanında tam kıvamını bulan o çocukça natüralizmden doğabilirdi.”