Güneşli bir cumartesi günü, öğle saatleri… Galata Kulesi’nin etrafı cıvıl cıvıl. Kafelerde çayını, kahvesini yudumlayanlar, fotoğraf çekenler… Kuleye çıkmak için bekleyenlerin oluşturduğu kuyruk da hayli uzun… Mimar Turan Akıncı’yla, salı günü kulenin dibinde buluştuğumuzda hafta sonu gördüğüm o kalabalık yok. Yine de kuleye çıkmak için bir süre beklememiz gerekiyor. Aynı zamanda bir kent kültürü araştırmacısı olan ve Beyoğlu kitaplarıyla da tanınan Akıncı, ara ara küçük gruplarla Beyoğlu turu yapıyor, yapıların tarihini/dönüşümünü anlatıyordu. Pandemi nedeniyle gruplu geziler artık yok. Bu kez, ikimiz, üç ay süren restorasyonu sonrasında, 6 Ekim’de yeniden açılan kuleye çıkıp kısa bir Galata turu yapacağız. Rotayı, ‘Galata’ adlı yeni kitabını yayınevine o gün teslim eden Akıncı çiziyor. İlk durağımız, haliyle, Galata Kulesi oluyor.
Bundan önceki onarım 1967’de
Kültür ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy, restorasyon sırasında kulenin içinden bin ton betonu söküp tam bin kamyonet dolusu ağırlık çıkardıklarını ve binanın elektrik sisteminin baştan aşağı yenilendiğini açıkladı. 16 mimarın katılımıyla yapılan restorasyon sırasında ayrıca, tavandaki avize kaldırıldı ve yerine betonla kaplı bir tavan açıldı, kubbenin iç çeperine de İstanbul’un fetih sonrası görünümünün resmedildiği bir gravür yerleştirildi. Kuleyi, restorasyon sonrası ilk hafta 15 bin 685 kişi ziyaret etmiş. Girişte ateşimiz ölçülüyor, önce en üst kata, seyir terasına çıkıyoruz. Bir turist “Beni çeker misin? İstanbul’da olduğum iyice belli olsun” diyerek bize fotoğrafını çektirdikten sonra, Akıncı kulenin tarihini anlatmaya başlıyor: “Galata Kulesi, şehrin en önemli sembollerinden ve dünyanın en eski kulelerinden biri. Bizans İmparatoru Anastasius burayı 528’de Fener Kulesi olarak inşa ettirmiş. Ama kule, 1204’te 4. Haçlı Seferi sırasında tahrip edilmiş, 1348’de Cenevizliler tarafından Galata surlarına ek olarak yeniden yapılmış ve kentin en büyük binası olmuş. Burası tarihi boyunca farklı amaçlarla kullanılmış.
Önce, Kasımpaşa tersanelerinde çalıştırılan Hıristiyan savaş esirlerinin barınağı olmuş, sonra Sultan 3. Murat döneminde
astronomi araştırmaları yapan Takiyettin Efendi burada bir rasathane kurmuş. Rasathane 1579’da kapatılmış, 1717’den sonra bir süre de yangın gözleme kulesi olarak kullanılmış. Yangınlarla hasar almış, bundan önceki onarımı 1967’de yapılmış. Galata Kulesi’nin 1500 yıllık bir tarihi var. Düşünün, şu an bulunduğumuz yer, bir zamanlar Ceneviz Cumhuriyeti’nin toprağıydı. Seyyahların hatıralarında sıkça söz edilen bu önemli yapının tarihini bugün pek az kişi biliyor ama…” Seyir terasının bir alt katında dev bir İstanbul maketi kurulmuş. Başka bir katta Galata surları anlatılıyor, bir diğer katta İstanbul’un kurtuluşu temalı geçici sergi var. En alt kattaysa müze mağazası… Galata Kulesi’ne giriş 30 lira; Müzekart’ınız varsa ücretsiz. 10.00-22.00 arasında gezilebiliyor.
Kuleden çıkınca, Bereketzade Çeşmesi hemen karşımızda. Akıncı’ya göre bu çeşme, İstanbul’daki duvar çeşmelerinin en önemlilerinden biri. “Bu çeşme, hemen aşağıdaki Bereketzade Mescidi’nin yanındaydı ve bu mescitten dolayı bu isimle anılıyordu. 1957’de caminin yanından söküldü ve kulenin dibine taşındı. Çiçek motifleri, lotus ve palmet süslemeli bu çeşmenin üç bölümü var. Ortada, öne doğru çıkmış ana çeşme bloku… İki yanında iki kanat… Köşeleri pahlı (sivri köşeleri yumuşatılmış), tüm cephe rokoko tarzı yoğun süslemelerle kaplı. En üstteki silmenin altında bir dizi kabartma yer alıyor, bu kabartmalarda kâsede meyveler ve çiçek desenleri göze çarpıyor. İstanbul’da bine yakın Osmanlı çeşmesi var ama bunların neredeyse tamamından su akmıyor veya musluk yok. Burası, İstanbul’da en iyi korunan, musluğu olup suyu akan dört-beş çeşmeden biri” diyor Akıncı.
Terziler Sinagogu
Felek Sokak’a geçiyoruz; Tofre Begadim Sinagogu’nun önünde duruyoruz. Burası, 1894’te hizmete açılmış. Akıncı’nın “Galata’da Musevi terzilerin bir loncası vardı ve burası, onların bir araya gelerek yaptırdığı bir sinagog. Bu yüzden buraya Terziler Sinagogu da deniyor” diyerek özetlediği bu bina, 50 yıl boş kaldıktan sonra günümüzde bir kültür merkezi olarak hizmet veriyor. Adı, Schneidertempel Sanat Merkezi. Cuma günü ‘Orta ve Doğu Avrupa’dan Eski Yahudi Kartpostalları’ adlı bir serginin açıldığı galeri pazartesi ve salı günleri kapalı, çarşamba ve pazar günleri 11.00 – 18.00 saatleri arasında ziyaret edebilirsiniz.
Sonraki istikametimiz, Kart Çınar Sokak… Avusturya Lisesi’nin ön kapısını geçip sokağın sonunda duruyoruz. Sağda, hemen her yeri yazılamalarla bezeli bir bina; üzerinde 1314’te inşa edildiği yazıyor. Binanın adı, Palazzo di Communita Magnificat di Pera. Kısaca PODESTAT. Zamanında Ceneviz devletinin makam binası olarak kullanılan bu binada şu sıralar D’Art Galeri İstanbul adlı bir seramik sanat merkezi var. Bu merkezin mimarı, seramik sanatçısı Duygu Bağlan. Bağlan, galeriyi 2014’te yine Galata’da başka bir mekânda kurmuş; Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün açtığı ihaleye girdikten sonra, 2018’de bu eski Ceneviz binasına taşınmış; “Bina, yıllarca kafe, restoran, bar tarzında, belli bir kitlenin girdiği bir yer olarak açık kalmış ve çok hor kullanılmış. Biz iki yıl boyunca buranın sanat tarihi raporlarını ve kayıtlarını çıkardık, restorasyon için Anıtlar Kurulu’na başvurduk. Son onayı bekliyoruz. Restorasyon tamamlandığında, burası Türkiye’nin tek seramik sanat merkezi olacak. İsteyen, sergiyi gezdikten sonra alt katta uygulama yapabilecek” diyor.
Semtin en eski binası harap durumda
D’Art Galeri İstanbul’un komşusu, sokağın diğer ucundaki Saint Pierre Han. Burası, 1770’lerde yapılmış ve Galata’nın günümüze gelmiş en eski binası. Akıncı, binanın 10 yıldır bir üniversite tarafından restore edilmeye çalıştığını ama gerekli izni alamadıkları için binanın harap bir şekilde beklediğini anlatıyor. Yapının üzerinde yine yazılamalar ve bir hardal firmasının tabelası göze çarpıyor. Akıncı, hikâyesini şöyle özetliyor: “Bir Latin kilisesi olan Saint Pierre, 14. yüzyıldan beri Dominiken mezhebine hizmet ediyor. Bu alanda kilise haricinde Dominikenlere ait eski ve yeni manastır, bir apartman ve bir han binası bulunuyor. 1863’te Osmanlı Bankası burada kurulmuş. 20’nci yüzyıl başında da mimar Alexandre Vallaury’nin monte ettiği ve üzerinde Fransız şair André Chénier’nin burada doğduğuna işaret eden bir plaket de var.”
Kent kültürü araştırmacısı Turan Akıncı, tarihi binaların önüne hikâyelerinin anlatıldığı tabelalar asılması gerektiğini düşünüyor. İstanbul’daki ilk apartmanların kurulduğu Galata, başınızı her yukarı kaldırdığınızda gözlerinizi kamaştıracak güzellikte binalarla dolu ve Galata da Akıncı’ya göre o tabelaların asılması gereken ilk yer…
Geziyi uzatmak isterseniz…
Kamondo Apartmanı
Serdar-ı Ekrem Caddesi, No: 22’deki apartman, Kamondo ailesi tarafından 1868’de inşa ettirilmiş, mimarı belli değil. Kamondo ailesi İspanya’daki engizisyondan kaçarak ilk önce Venedik’e, ardından da İstanbul’a sığınmıştı. Abraham Salomon de Kamondo, Osmanlı döneminde modern bankacılığın kurucularından biriydi. Beyoğlu’nda ilk belediyenin kuruluşunda görev aldı, Kürekçiler Sokak’a işmerkezleri inşa edilmesini sağladı, bölgede 10 işhanı inşa ettiler. Osmanlı’da gayrimenkul edinme izni alan ilk yabancı uyruklu kişiydi. Tek aile evi olarak planlanan bina, Kamondo ailesi Yahudi cemaatiyle olan anlaşmazlıklar yüzünden Paris’e göçtükten sonra dönemin önemli mimarlarından Giorgio Domenico Stampa tarafından çok daireli bir apartmana dönüştürüldü. Bankalar Caddesi’ndeki Kamondo Merdivenleri de aile tarafından yaptırılmıştı. Bu binada Abidin Dino, Arif Dino, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Yaşar Kemal, Orhan Veli, Oktay Rifat ve Melih Cevdet Anday gibi ünlü isimler yaşadı.
Eski İngiliz Bahriye Hastanesi
Galata Bereketzade Sokak’ta 1855’te inşa edilmiş. Kuleleriyle adeta bir şato görünümünde olan hastaneyi, Kırım Savaşı sırasında İngiliz hükümeti yaptırmış, işletme giderleri İngiliz bandıralı gemilerden alınan ücretle karşılanmış. Bina, 1924’te Kızılay’a devredilmiş, Kızılay da 1933’te İstanbul Belediyesi’ne vermiş. İstanbul’da belediyeye ait ilk hastane olma özelliğine de sahip olan yapı, günümüzde Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir hastane olarak işlevini sürdürüyor.
Arap Camisi
1300’lü yıllarda kilise olarak yapılan bina, İstanbul’un fethinden sonra, 1475’te bölgeye iskân edilen Müslümanlar için camiye dönüştürülmüş. Cami ve çevresi, 1731’deki Azapkapı yangınında büyük hasar görmüş. Yapı elden geçirilmiş, ibadete açılmış.
15 Temmuz 1807’deki yangında cami daha büyük bir hasar almış, birçok kısmı yeniden inşa edilmiş. Bugün gördüğümüz cami
1914 yılında yapılan onarımın sonucu. Yapının çatısı, ahşap döşemeleri, galeri katı, son cemaat yeri ve cami zemini yeniden inşa edildi. Hatta bazı duvarlarda kaydırmalar yapıldı, bazı pencereler örüldü ve bazılarının formu değiştirildi. Minare civarındaki eski kemerli şerefe, günümüzde net olarak görülüyor.