Karar yazarı Mustafa Karaalioğlu, Anayasa Mahkemesi’nin Barış bildirisine imza atan akademisyenler hakkında verdiği hak ihlali kararını değerlendirdi. Karaalioğlu, “Anayasa Mahkemesi’nin bu son derece sıradan kararı bile cesaret isteyen bir tavır olarak kayda geçmiş bulunuyor. Normal ve tabii olanı yapmak, sıradan bir bildiri hakkını müdafaa etmek sansasyon doğuruyorsa daha derin ve dertli düşünmemizin vaktidir” dedi.
Tecrübe ettiğimiz ve bedelini ödediğimiz onca siyasi ve sosyal vakaya rağmen ifade özgürlüğü konusunda geri gittiğimiz aşikardır. Türkiye gibi zengin siyasal tarihi olan bir ülkenin ifade hakkı ve fikir serdetme bahsinde daha özgürlükçü olması beklenirken tersine içe kapanan ve tektipleşmeyi norm olarak dayatan bir pratiğe yönelmesi de gariptir.
Anayasa Mahkemesi’nin Barış İçin Akademisyen bildirisine imza atan akademisyenler hakkında verdiği kararın yarattığı itirazlar ve karşı kampanyalar netice itibariyle ifade hürriyetinde iyi yerde olmadığımızı bir kez daha göstermiştir. İfade hürriyetinin ne olduğuna dair; yani, neye ifade hürriyeti denir, neye denmez gibi ne temel normda bile eksikliklerimiz olduğu, bazılarımızın bunu bilmediği de anlaşılmıştır. Ezberimizde sandığımız dersi baştan alıyoruz galiba….
Hal böyle olduğu için, Anayasa Mahkemesi’nin bu son derece sıradan kararı bile cesaret isteyen bir tavır olarak kayda geçmiş bulunuyor. Normal ve tabii olanı yapmak, sıradan bir bildiri hakkını müdafaa etmek sansasyon doğuruyorsa daha derin ve dertli düşünmemizin vaktidir.
Akademisyenler bildirisinin içeriğine ilk günden beri şiddetle itiraz eden ve bildirinin fazla önyargılı ve iyi düşünülmeden kaleme alındığını düşünen birisi olarak aklıma hiçbir zaman imzacılara hadlerinin bildirilmesi, işlerinden atılmaları ve cezaevine konulmaları gibi bir tedbir gelmedi. Gelmediği gibi, onlar böyle muamelelere maruz kaldıklarında tıpkı bildiriye itiraz ettiğim gibi bazılarının KHK’ya mevzu edilerek üniversiteden gönderilmelerine de karşı çıktım. Fikire karşı çıkmak doğaldır ve bunun tek yolu yine fikirdir.
Hepimizin Kürt meselesine, ekonomiye, sisteme, trafik derdine, şehirleşmeye veya din-devlet ilişkilerine bakışı aynı olmak zorunda değildir…
Hepimizin kamu idaresinin mücadele yöntemlerini alkışlaması veya onaylaması bir mecburiyet değildir. Kimimiz onaylar, kimimiz karşı çıkar, kimimiz az bile bulur veya kimimiz başka yöntemler önerir. Devlet ise bu fikirlerden bazen yararlanır, bazen de görmezden gelir. Ama beğendiklerine madayla takıp, beğenmediklerini cezalandıramaz…
***
Fikir denilen şey hepimizin eksiksiz katıldığı cümleler değildir. Herkesin farklı cümle kurması insani bir haktır ve kimse de kurduğu cümlenin doğruluğunu ispatla yükümlü değildir.
Sadece son üç-beş yıla bakıp hangi “mükemmel fikirler”in bugün artık değersiz olduğuna bakalım. Başlangıçta o mükemmel fikirlere karşı çıkanlar ihanetle suçlanırken şimdi çoğunluğun onlarla aynı yere geldiklerini görelim. Yahut da tam tersi. Bir süre önce saygı görmeyen fikirlerin şimdi nasıl baştacı edildiğini…
Devletin veya çoğunluğun söylediği mutlak ve tartışmasız doğru olsaydı Türkiye bugün üstesinden gelemediği bir dizi siyasal ve sosyal problemle cedelleşiyor olmazdı. Bir de bunu sorgulayalım…
Fikir ve ifade hürriyeti demokrasinin değil insan olmanın, insanlık tabiatının gereğidir. En küçük azınlıktan itibaren her sosyal seviyede fikre saygı göstermek bir lütuf değil haktır. Türkiye gibi bir farklılıklar ülkesinde ise haktan öte, mecburiyettir.
Fikir ve düşünce, ufuk açar, farklı istikametleri gösterir; bazen kızdırır, bazen moral verir, bazen de moral bozar… Şaşırtıcı, sıradışı ve aksi fikirler ifade hakkı bulmalı, korunmalı ve muhafaza edilmelidir. Her fikir gibi onlarla mücadele etmek de yine sadece fikir yoluyla yapılmalıdır.
Fikir hürriyeti olmayan, vatandaşları düşüncelerini endişe duymadan dile getiremeyen ülkelerin başka derde de ihtiyacı yoktur. Başımıza yeni dertler açmadan özgürce konuşulan bir ülke olmayı denesek iyi ederiz.
Daha çok ve daha cesur konuştukça, üzerine en çok titrediğimiz birlik ve beraberliğimiz de gelişir, korkmayalım.