The OA isimli dizi, 7 yıl boyunca ortadan kaybolan görme engelli Prairie Johnson'ın, günün birinde gözleri açılmış şekilde ortaya çıkmasının ardından, geldiği yere dönme çabasını konu alıyor. Senaryosunu Brit Marling ve Zal Batmanglij'in yazdığı The OA, ikinci sezonuyla izleyenlerin kalbine taht kurarken, neden harika bir dizi olduğunu anmazsak olmaz dedik… Buyrun içeriğimize!
Dikkat: Bu içerik spoiler içerir!
1. Dizinin birçok bölümünün senaryosunu yazan ve aynı zamanda başrolü canlandıran Brit Marling'in içten oyunculuğu…
2. Sadece Brit Marling değil, tüm oyuncular rollerinin hakkını sonuna kadar veriyor.
Diziyi izlediğinizde yapılan boyut açma hareketlerinin ne kadar içten gelerek yapılması gerektiğini görüyorsunuz, oyuncular da bu konuda gayet başarılılar açıkçası. Çünkü bu hareketlerin yapıldığı sahnelere baktığınızda sanki gerçekten de kendilerini bu göreve tamamen vermiş gibi davrandıklarını görebiliyorsunuz.
3. Sürekli ilginçleşen ve iyileşen bir hikayeyle karşılaşıyoruz.
İlk sezonu sıradan bir dizi olarak algılansa da, ikinci sezona gelindiğinde dizinin ne kadar üst düzey olduğu ve iyileştiği açıkça görülüyor. Bunu senaryodan kamera açılarına, kullanılan ışığa kadar her yerde görebilir hale geliyorsunuz.
4. Ölümü hepimizin düşündüğünün aksine bir son değil, başlangıç olarak işliyor.
Dizinin ölüme yaklaşımının bizim gerçekliğimize göre çok farklı olduğunu söylemeden edemeyeceğiz! Çünkü bu dizide karakterlerin hayatı ölümle sona ermiyor, onları onlar yapan şey ölüm oluyor. Gariptir ki, ölüm ile alakalı düşünceleri fobi seviyesinde olanlar için ölümün bir gerçeklik olduğunu kabullenmeyi sağlayabilecek bir sakinlik bile sağlayabiliyor.
5. Hikaye derinleştikçe insanlığa karşı olan inancınız bir azalıyor, bir artıyor.
Dizide insan haklarına hiç sığmayacak deneyler dönüp duruyor. Harry Potter'da Lucius Malfoy karakterini canlandıran Jason Isaacs'in hayat verdiği Hap karakteri, sıradan yaşamalarından kopardığı deneklerinin üzerinde, onları öldürüp yeniden hayata döndürdüğü çeşitli deneyler gerçekleştirirken, deneklerin birbirlerine olan bağlılıkları, inandıkları şey için olan çabaları sizi insanın kırılganlığı ve saflığı konusunda yeniden düşünmeye iterken, bir yanda Hap'in ölümü anlamak amacıyla obsesif şekilde yürüttüğü gizli çalışmalar insanlığın iğrenilmesi gereken yanını da gözler önüne seriyor.
6. OA'in evine döndüğünde tanıştığı ve ona yardım etmeye başlayan insanlarla olan bağı kalplere dokunuyor.
OA 7 yıl boyunca ortada yokken evine döndüğünde herkes ona deli gözüyle bakıyordu. Bunlardan biri de Steve'di. Fakat sonraları Steve'in de dahil olduğu bu altılı arasında gelişen bağ ve koşulsuz bir şekilde OA'yi başka boyutlara takip etme istekleri bizi bu gruba oldukça bağladı.
7. Homer ve Prairie arasındaki saf sevgi…
7 yıl boyunca camdan yapılma kafesler içerisinde, yanyana birisiyle yaşadığınızı hayal edin… Aynı su akıntısından su içip, aynı su akıntısında yıkanıyor, hatta ihtiyaçlarınızı da aynı şekilde gideriyorsunuz. Fakat bu insanla tüm bu samimiyete rağmen, aranızdaki camdan duvardan dolayı asla birbirinize dokunamıyorsunuz. Buna rağmen buradan kurtulduğunuzda birbirinizi başka boyutlarda aramaya devam ediyorsunuz… Homer ve Prairie arasındaki sevginin saflığı, kabul edelim ki hepimizin kalbine dokunmuştu.
8. İhtimalleri yansıtılış şekli ve kaderin işlenişi çok farklı!
The OA piyasadaki diğer yapımlara oranla daha farklı ve ilgi çekici bir senaryoya sahip. İşlediği ölüm ve ölüm sonrası ne olduğu teması ise hepimizin gündelik hayatta aklında bulunan düşüncelerden biri. Bu konsepti kendi yaşamımızda gördüğümüzden farklı şekilde işlemesi, bir son değil de başlangıç olarak görmesi, merakı adeta alevlendiriyor. Kullandıkları özel hareketler yoluyla ölüm anında boyut değiştiren karakterleri izlerken kendinizi yeni bir evrende buluveriyor, senaryonun ilerleyiş şekli nedeniyle birbirine karşı planlar kuran karakterlerin yapacaklarını daha çok merak eder hale geliyorsunuz.
9. Boyutların aslında içimizde olduğu düşüncesini mükemmel bir metaforla yansıtıyor.
İkinci sezonun geçtiği boyutta Hap'in bir havuzda diğer insanların içindeki boyutları ve ihtimalleri yetiştirdiğini görüyoruz… Bu boyutlar ve ihtimaller kişilerin zihinlerinden çiçeklenerek açıyor ve çiçeğin bir yaprağının tadı, size o boyutun tadını veriyor. Tıpkı ilk kez duyulan bir fikrin tadını almak gibi…
10. Bir şeyler hissetmemize neden oluyor…
Dizideki karakterlerin her birinin dertleri var… Tıpkı sıradan insanların olduğu gibi! Gerek Steve'in uyum sağlayamama sorunu, gerek Buck'ın cinsel kimlik arayışı, gerek Prairie'nin kaybettiği şeyleri geri kazanma çabası olsun, hepsi bize tanıdık gelen şeyler. Bu da karakterlerin içinde bulundukları evrenden çekip gitme isteklerini çok iyi anlamanıza neden oluyor.
11. İlerleyen bölümlerde ne olacağını merak ederken bir bakıyorsunuz diziyi bitirmişsiniz.
12. Tek kelime: Sinematografi!
Dizi ilerledikçe karşımıza çıkan sahneler de bir o kadar güzelleşiyor. Seçilen lokasyonlara ve renklere tek tek aşık oluyorsunuz! Ayrıca bu seçimlerin çok zekice yapıldığını da söylemek gerek… İlk sezonda Prairie oldukça sadece ve sıkıcı bir yaşama sahipken, ikinci sezonda Nina haline geldiğinde kullanılan ışık bile sofistike bir hal alıyor. Tabii evrenler arasında gidip geldikçe bu durumu daha kolay fark edebiliyorsunuz!
13. Her bölümü bir film gibi!
Bu sinematografik yaklaşımı ve kaliteli senaryosuyla dizinin her bölümü bir film gibi hissettiriyor. Fakat sıkılmıyor, bir sonraki bölüme devam ediyorsunuz…
14. Her bölümün jeneriği oldukça orijinal…
15. Son olarak, 'Sadece bu sahneleri görmek için bile izlenir' dedirten harika sahneleri hatırlatalım…
Umarız 3. sezon hemen gelir!