Sayın Acemoğlu, güncelden başlayalım, Merkez Bankası’nın faiz indirimini nasıl buldunuz?
Merkez bankası kritik bir kurumdur. Bağımsızlığı piyasalar için önemlidir ve para politikasının objektif ve en verimli ilkelere dayanacağının bir garantisidir. Maalesef, Türkiye’nin Merkez Bankası, uzun bir süredir, en azından 2011’den bu yana, bağımsız bir durumda değil. Öte yandan hükümetin para ve faiz politikasını dikte etme gücü artmış durumda. En son faiz oranlarının düşürülmesini de bunun bir işareti olarak görüyorum. Bu ekonomiye yardımcı olacağını da sanmıyorum.
Merkez Bankalarının bağımsızlığı bütün dünyada niye önemli? Halka karşı sorumlu olanlar, politikacılar değil mi?
Bu iyi bir soru. Genel fikir, merkez bankası bağımsızlığının olmaması durumunda, politikacıların kısa vadede kendilerine yardımcı olacak ama ekonomiye uzun vadede zarar verecek politikalar izleyeceği yönündedir. Kanıtlar da bu endişeyi genel olarak haklı çıkarmaktadır. Politikacıların, maliye politikasından iktisadi düzenlemelere kadar ekonomi üzerinde etkili olacak mekanizmaları zaten vardır. Dolayısıyla siyasi tercihleri ekonominin genel durumunu zaten etkiler. Bu yüzden istikrarsızlıktan, yanlış yönetimden ve ekonomik krizlerden sorumludurlar.
Temel hatalar neler?
Türkiye’yi bugünkü kriz durumuna getiren temel ekonomik politika hataları nelerdi?
Türkiye ekonomisinin bugünkü durumunu, 2000’li yılların ortasından itibaren ekonomik kurumların kötüleşmesinin doğrudan bir sonucu olarak görüyorum. Türkiye, 2002-2006 yılları arasında nispeten yüksek kaliteli bir büyüme sağlamıştır. Verimlilik artışı, geniş tabanlı yatırımlar, doğrudan yabancı yatırımların ülkeye güçlü bir şekilde akışı sağlanmış, yolsuzluk ve kötü yönetimler engellenmişti. Ancak tüm bunlar 2006’dan bu yana tersine çevrildi. Ucuz likidite dahil uluslararası şartların çok müsait olması sayesinde Türkiye sermaye çekmeye, büyümeye devam etti, ancak bu tarz büyüme sürecinde verimlilik artışı olmadan ve ekonomik verimsizlik ve risk birikmeye başladı.
Bu politikaların böyle bir kriz doğuracağı görülemedi mi, göz göre göre kısa vadeli politik beklentilere odaklanarak mı bu uygulamalar yapıldı?
Bunu bilmek zor. İki tamamlayıcı faktör görüyorum. Politikacıların bu sorunlarla yüzleşmesini engelleyen kısa vadeli seçim hedefleri ve sorunlar karşısında politikacılara çok cazip gelen yine kısa vadeli diğer bazı faktörler. Aslında bu sorunları onlar yarattılar. Ek olarak, hükümet yönetiminde bu sorunlara işaret edecek bağımsız teknokrat ve bürokratların, cesur seslerin eksikliği, Türkiye’yi yönetenlerin sorunları görmezden gelmesini kolaylaştırdı.
Koç Üniversitesi’nin Rahmi M. Koç Bilim Madalyası’na layık görüldünüz. 25 Aralık 2017’deki ödül töreninde bir iki yılda kriz çıkacağını söylemiştiniz. Öyle oldu. Veri ya da bulgular neydi ki, bu tahmininde bulundunuz?
Ekonomik tahminde bulunmak zordur ve hatta tehlikelidir. Benim öngörüm iki unsura dayanıyordu: Bir, Türkiye ekonomisinin derin ve zarar verici yapısal sorunlarını görüyordum. İki, hükümetin yeterli teşvik ve harcamasıyla, ekonominin 18 ay kadar daha ılımlı bir şekilde büyümeyi başararak krizi geciktirebileceğini düşünmüştüm.
Asıl sorun verimlilik
Temel bir sorun olarak Türk ekonomisinde verimlilik artmıyor diyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Verimlilik, özellikle ekonomistlerin ‘çok faktörlü verimlilik’ dedikleri şey refahın kaynağıdır. Çok fazla yatırım yapmadan giderek daha fazla üretmemizi sağlayan şey budur. Örneğin, bir ekonomide yılda % 2 oranında çok faktörlü üretkenlik artışı varsa, bu, daha fazla işçi istihdam etmemesi veya makine ve sermayeye yatırımını arttırması durumunda dahi, yine de yılda % 2’lik bir büyüme oranı elde edeceği anlamına gelir. Verimlilik, ekonomik büyümenin en güçlü kaynağıdır.
Daha iyi teknolojiler, daha iyi organizasyonlar ve daha iyi fikirler, üretkenlik artışının temelini oluşturur. Ancak ek olarak, bir ekonomi eğer verimlilik artışına ulaşmıyorsa, bu onun derin sorunlardan muzdarip olduğu anlamına gelir. Türkiye ekonomisi için bu kadar endişe verici olan şey de budur. 2006’dan bu yana esasen verimlilik artışımız olmadı. Ekonomi, en önemli hayat damarlarından birinden kesilmiş oldu.
Türkiye’de kaynakların önemli ölçüde rant ve inşaata gittiği görüşü var, iş dünyasında da bu ifade ediliyor. Siz ne dersiniz?
Evet kesinlikle doğru. Uluslararası standartlara göre zaten düşük olan Türkiye’deki yatırımın büyük bir kısmı inşaata gidiyor. Bu açıdan bakıldığında, üretimde çok az verimlilik artışı olması şaşırtıcı değildir.
Verimliliğin yolu nedir?
Verimliliği artıracak politikalar neler olabilirdi?
Birkaç tanesini sayayım. Daha iyi üretkenlik elde etmek istiyorsanız, daha iyi teknolojiye ihtiyacınız var. Daha iyi teknoloji elde etmenin etkili bir yolu da yabancı yatırımları, özellikle de ortak girişimleri ülkeye çekebilmek. Bu gerçekleşmedi.
Daha iyi verimlilik elde etmek istiyorsanız, yatırımı yapacak doğru şirketlere de ihtiyacınız var. Yolsuzluk ve belirsizlik, özellikle politikacıların desteğine sahip olmayanların yapabileceği yatırımlara engel oluşturuyor. Biz bu açıdan da başarısız olduk.
Daha iyi verimlilik elde etmek istiyorsanız, bir başka önemli kaldıraç da yatırımdır. Ancak, daha önce de belirttiğim gibi, düşük yatırım olduğunda ve bunun önemli bir kısmı da inşaata gittiğinde, ekonominin en verimli sektörlerinde yeterince yatırım gerçekleşmiyor.
Gecikerek hazırlanan 11. Beş Yıllık Plan’da “verimliğe odaklanan, sanayii önceleyen” bir politika öngörülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Planı nasıl buldunuz?
Bence bu konuda çok söz söyleniyor, ama eylem gerçekleştirilmiyor. Türkiye’de düşük verimlilik artışının gerçek sebepleriyle ilgilenen politikalar göremiyorum.
Türkiye’nin kısa dönemler hariç Tanzimat’tan beri sorunu “dış ticaret açığı.” Kriz döneminde açığın kapanması sağlık işaret mi? Türkiye dış ticaret açığı sorunu nasıl çözer?
Bu da yine verimlilik artışı ile ilgili. Sağlıklı bir verimlilik artışı varsa, bu ihracatı artırır. Üretken sektörümüzün verimsizliği, fazla ithalat yapıp yeterince ihracat yapamayışımızın nedenlerinden biridir.
Kurumların niteliği
James A. Robinson’la yazdığınız Why Nations Fail adlı kitabınızda kurumları “inclusiv” (kapsayıcı) olan ülkelerin kalkındığını, “exclusive” (dışlayıcı) olan ülkelerin geri kaldığını yazıyorsunuz; tarihe de böyle bakıyorsunuz. Bunu ortalama vatandaşa nasıl anlatırsınız?
Bunu basit bir şekilde şöyle ifade edebiliriz: Refahın kökleri kurumlardadır. Ekonomiyi nasıl örgütlediğimizi onlar belirler. Dışlayıcı kurumlar dar bir grubun kontrolündedir, yolsuzluğa bulaşmışlardır, politikacıların aşırı gücü altındadırlar, mülkiyet haklarını korumakta zayıftırlar. Bu durumda iş dünyası belirsizlikten korkar ve yatırımdan kaçınır, rekabetin adil olmamasından çekinir. Bu demektir ki nüfusun önemli bir kısmı ekonomide dezavantajlı durumdadır, çünkü ya doğru eğitime ya da doğru fırsatlara sahip değildirler. Buna karşı, kapsayıcı kurumlar, bu tür tekelleri kıran, yolsuzlukları engelleyen, işletmelerin ve işçilerin mülkiyet haklarını koruyan, gelirlerine bakılmaksızın herkese eğitim veren ve toplumda geniş çapta fırsatlar sunan kurumlardır. Bunlar sadece dar seçkinler, büyük işletmeler ya da iktidarlarla arası iyi olan insanlara değil, herkese fayda sağlayan, dolayısıyla verimlilik artışını ve büyümeyi sağlayan kurumlardır.
Ancak ekonomik kurumlar boşlukta oluşmuyor. Kapsayıcı ekonomik kurumların, kapsayıcı politik kurumlar tarafından korunmasına ihtiyaç vardır. Yani herhangi bir grubun veya bireyin aşırı güçlü olmasını önleyen, sıradan insanlara imkan sağlayan ve iktidarı kullanma konusunda denetimler, dengeler ve sınırlamalar getiren politik kurumlar. Buna karşılık, dışlayıcı ekonomik kurumlar dışlayıcı politik kurumlarla beraber hareket eder. Bunlar bazı belirli grupların, ki bunlar iş adamları, ordu ya da yoz siyasetçiler olabilir, iktidarı monopolize etmelerine yol açar. Tek adam sistemleri yaratır ve insanlara ses vermekten ziyade onları sustururlar.