Fehmi Koru*
Savaşlar sanılanın aksine öyle birdenbire çıkmaz; sebep ile sonuç arasında günler, hatta aylar geçtiği olur.
Birinci Dünya Savaşı Avusturya Veliahtı Franz Ferdinand’ın eşiyle birlikte ziyaret ettiği Saraybosna’da bir Sırp militanı tarafından suikasta uğratılması yüzünden çıktı. Tarih kitapları böyle yazıyor. Ancak suikast ile savaşta ilk kurşunun atılması arasında tam 37 günlük bir düşünme ve hazırlanma aralığı olduğu üzerinde pek durulmuyor.
Durulmasa da gerçek bu: ‘Sebep’ ile ‘savaş’ arasında bir aydan fazla bir zaman var.
Savaşlarda hesap çoğu kez yanlış çıkar
O süre içerisinde ‘suikastı’ gerekçe haline getirecek ülkelerin nihai hedefler üzerinde kafa yorduklarını, istedikleri sonucu almak için ne tür ittifaklar gerekiyorsa onların oluşturulmasına karar verdiklerini düşünmemiz için pek çok sebep var.
Savaşın gerekçesi sayılan olayda da öncesinde yapılan hazırlıklarda da hiçbir rolü bulunmayan Osmanlı Devleti’nin, esas hedeflerden birinin kendisi ve çıkan savaşın birincil amacının Osmanlı topraklarının paylaşılması olduğunu anlaması hayli zaman aldı.
Her ülke savaşa sonunda kazanmak için girer; 1914’te çıkan savaşta kazanması en baştan mümkün olmayan tek devlet her bakımdan hazırlıksız Osmanlı’ydı. Buna rağmen, ülkeyi savaşa sokan siyasi kadro, bunda kendi ikballeri için yarar görüyor ve savaşı iktidarlarını daha da sağlamlaştırma fırsatı olarak değerlendiriyorlardı.
Sonunda, Osmanlı’yı savaşa sokan siyasi-askeri kadronun hesapları tutmadı; önde gelen isimler ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Akıbetleri de hiç hayırlı olmalı.
Bu gerçekleri bilenlerin devlet yönetiminde bulunduğu başka bir dönemde çıkan ikinci savaştan uzak durmayı yeğledi Türkiye. Savaşa hangi ittifak safında girerse girsin sonunda yine kaybeden taraf olacağı hesabıyla…
Yanlış bir hesap değildi bu. 60 milyon insanın hayatına mal olan o savaşa iyi ki girmedik.
Hesapların yanlışlığının ortaya çıkması için ille savaş cepheleşmelerinin yaşanması da gerekmiyor.
Bahar bazen kışa da döner
‘Arap baharı’ bir savaş değildi, tam tersine demokrasiden uzak tutulan geniş bir coğrafyanın temel hak ve özgürlüklere kavuşmasına, halkın kendini yönetmesine imkan sağlayacak bir ‘fırsat’ olarak görülüyordu.
‘Bahar’ denmesinin sebebi budur.
İyi de, sonucu ne oldu?
‘Bahar’ gelmesi beklenen coğrafya bugün üzerinden silindir geçmişe döndü. Libya ile Yemen’e bakmak bile yeterli. Daha öncesinde ne yapacakları az çok tahmin edilebilen bu coğrafyanın en önemli ülkeleri önceden hiç düşünülemeyecek yönlere savruldular.
‘Filistin davası’ diye bir şey vardı bu coğrafyanın temel ilkeleri arasında; bugün o davaya sözde bile sahip çıkan çok az ülke kaldı.
Irak ve Suriye’nin ne halde bulunduklarını görüyoruz.
Afganistan’ın -ve hatta Pakistan’ın bile- durumu iç açıcı değil.
Pakistan’ın ‘kırmızı çizgisi’ bilinen Keşmir’de, komşusu Hindistan, daha önce cesaret edemediği bir oldu bittiyi gerçekleştirebildi.
Yemen’de bu coğrafyanın ülkeleri ayrı ayrı saflarda birbirlerine karşı kanlı bir mücadele veriyorlar.
Bu coğrafyanın en önemli ülkelerinden Mısır, Donald Trump’ın bir uluslararası toplantıda, liderinden “Nerede benim en favori diktatörüm” diye söz ettiği bir ülkeye dönüştü.
Bu saydıklarımın hepsi ‘barış’ ve ‘demokrasi’ beklentisiyle başlamış olan ‘Arap baharı’ sürecinin eseri…
O temiz niyetler sonradan devreye giren eller tarafından şimdi karşımıza çıkan sonuçları doğuracak bir süreç haline getirildi.
Savaşsız. Tek bir silahı kendilerinin patlatması gerekmeden. Pek az askerlerinin burnu kanayacak şekilde.
Bugünkü tablo
“Ne demek istiyor?” merakında olduğunuzun farkındayım.
Meramımın ne olduğunu şu satıra kadar anlamamış olanlara konuyu biraz açayım.
Önceki gün, üzerine insansız ama silahlı bir hava aracı (SİHA) ile Suudi Arabistan’da bulunan Aramco petrol tesislerine saldırıldı.
Nereden bakarsanız bakın bir savaş sebebi bu.
Suudi Arabistan aslında savaşıyor; Yemen’de savaşan taraflardan birine yardımcı. Karşı taraf da bu coğrafyanın bir başka ülkesinden her türlü yardımı alıyor.
İran’dan…
Aramco’da söz sahibi gibi davranan ABD saldırıdan İran’ı suçlamaya başladı.
Medya ‘savaş’ çığlıkları atıyor.
Peki İran’ın devlet başkanı Hasan Ruhani dün neredeydi?
Ankara’da, Külliye’de yapılan üçlü zirvede Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konuğuydu. Zirvenin üçüncü konuğu Rusya devlet başkanı Vladimir Putin’di. Erdoğan-Ruhani ve Putin zirve sonrasında üçlü bir basın toplantısı gerçekleştirdiler.
Zirve sonunda yapılan açıklamada Türkiye’nin pozisyonu Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından basına şu sözlerle aktarıldı:
“Nihai hedefimiz Suriye’nin kuzeyinde bir barış koridoru tesis ederek ülkenin bölünmesini engellemektir. Bunun için şayet Amerika ile iki hafta içinde arzu ettiğimiz sonuca ulaşamazsak kendi harekat planımızı uygulamaya başlayacağımızı her iki dostumuza da anlattım.”
En iyisi yazıyı burada keseyim.
*Bu yazı fehmikoru.com’dan alınmıştır.