Pralin: Eczane tezgahından ‘tek atışlık’ kalıplar
Sert çikolata kabuğunun içindeki yumuşak dolgusuyla benzerlerinden ayrışan ‘pralin’, tarihte ilk, zamanında eczane olan, Brüksel’in Galerie de la Reine isimli pasajındaki Neuhaus dükkanında icat edilmiş. Eczacının, hazırladığı hapların acı tadını maskelemek için üzerlerini kapladığı ince çikolata zarını torunu, 1912’de biraz daha kalınlaştırıp, sertleştirdikten sonra içini meşhur, bol kaymaklı Flaman sütlerinden yapılan ‘krem freşlerle’ doldurunca, bugünün ilk ‘pralinlerini’ yaratmış. Bu kalıpların, zamanında bir eczane tezgâhından çıkmış olduğunu öğrendiğimde, porsiyonların tek atışla, insanın modunu birden yükselten gücü, gözümde daha bir anlam kazandı. Brüksel’de pralin çeşitlerine sınır yok; üzerine kaya tuzu serpilmiş, acı biber rendelenmiş ya da köşesine bir parça mor menekşe iliştirilmiş çikolatalar, sadece çeşitliliğiyle değil, ters uçlardaki tatların, insanın aklına yeni fikirler getirmesiyle de bir iddia sergiliyor.
Küçük bir kutu pralin seçtikten sonra, eski tarz metal çikolata kalıplarından satın almak için, şehirde her gün öğleden sonra ikiye kadar açık kalan ‘Place du Jeu de Balle’ isimli antika ve ikinci el pazarına gittik. Elinde mızıka taşıyan küçük, süslü bir köpek yavrusu ve iri bir tazı figürü şeklinde iki çikolata kalıbı buldum burada. Çift taraflı metal kalıpların, bir miktar kabaca şekillenmiş, garip ama pratik menteşe çeşitleri, pim ve kilitlerini incelemek, benim çok ilgimi çekiyor. İç dünyamda her an bir tamir ve inşaya hazır bir usta olduğunu itiraf etmeliyim!
Manneken Pis: Heykeli dikilen tavır
Süs havuzlarının, suyu ‘ilginç bir kemerle’ havaya püskürtmek için, Ortaçağlarda oldukça iddialı fikirleri varmış! Brüksel’in sembolü Manneken Pis (işeyen çocuk) heykeli, 15. yy. den bu yana, şehir merkezindeki köşesinde, böyle ‘adına uygun bir pozisyonda,’ su akıtmaya devam ediyor; heykelin kökenine ait rivayetler ise birden fazla. Bunlardan biri, Ortaçağlarda işledikleri derileri yumuşattığına inandıkları için, sokaktan geçen çocukların bunların üzerine işemelerine izin veren tabakçıların, heykeli finanse ettiğini anlatıyor. Bir diğeri, dönemin cadı avlarını ve hikâyelerini hatırlattı bana…
Sinirli bir cadı, sokakta çişini yapan bir çocuğa kızınca, onu sonsuz bir işemeyle lanetleyip, çocuğu o işi yapar halde oracıkta dondurmuş deniyor. Bir başkası ise şehri istila eden düşmanların yaktığı barut fitilini fark eden küçük bir çocuğun, bunu çişi ile söndürüp, şehri kurtardığını, ‘kahramanca hareketinin’ de ardından böyle bir heykelle ebedileştirildiğini anlatıyor. Şehirde kutlamalar olduğunda, heykel su yerine bira akıtıyor. İlk defa, böyle bir günde heykelin yanında sıraya girip, görevlinin bana bira doldurmak için çeşmede gerekli yere tuttuğu bardağa bakarken, açıkçası içimden, -o anda, o noktada- ne yaptığımı ciddi anlamda sorgulamıştım. Ama bu heykelin güzelliği de asıl burada, kendinle dalga geçebilmek ve her konuda açık olabilmek.
‘Grand Palace Meydanı: Gece teatral aydınlatma
Azizlerin, acayip şekilli grotesklerin, melekler, dük ve düşeslerin ortaçağa ait sayısız, ince iş ve ağır detaylı heykelini, Grand Palace’nin içi boş meydanından incelemek, açık havada insana büyük bir ferahlık veriyor. 16. yy’de çok güçlü bir ticaret merkezi olan meydanın binaları, aslında çok basit ama ilginç bir stratejiyle konumlanmış. 100 metrelik çan kulesiyle, Gotik tarzda inşa edilmiş belediyenin ‘Hôtel de Ville’ binası ve soylularının inşa ettirdiği ‘Maison du Roi’ binası, meydanda birbirlerine güç gösterisi yapar şekilde, karşılıklı pozisyon alıyor. Her ikisinin yanlarında ise altın kaplama heykeller ve unvanlarla süslü, Barok tarzda yapılmış, dönemin en varlıklı ve sözü geçen esnaf birliklerine ait binalar, -adeta bu meydana para akışının kesilmemesi için- arada hiçbir boşluk bırakmadan saf tutuyor; bu şekilde, meydan bir dikdörtgen planın içine sımsıkı kilitlenmiş.
Akşam olduğunda, zengin mimari detayların karanlığa gömülmesine izin vermeyen şehrin bugünkü belediyesi, binaları farklı noktalardan ‘teatral bir efektle’ aydınlatıyor. Bu görsel şöleni, sadece bir kafede oturarak izlemek istemedik; binalara iyice yakınlaşıp, yukarıdaki işlemelere bakarak bir gece yürüyüşü yaptık. Özellikle heykellerin yüzlerine yakınlaştırılmış ışıklar, gece ilginç göz yanılsamalarına meydan veriyor; partneriniz başka, siz başka bir ifade gördüğünüzde, burada ilginç bir sohbet başlayabilir, aklınızda olsun.
Brüksel lahanası ve beyaz hindiba: ‘Brüksel icadı’
Şehrin dar sokakları, hanlara benzer temalarla dekore edilmiş bistrolarla dolu. Tavandan sarkan demir avizeler, ahşap aziz heykelleri ve pastoral desenli goblenlerin arasında, oturduğumuz masada, çiftçilerin sofrasında bulunabilecek bir tabak seçmek istedik; bu tek çeşit yemek için, en sevilenler, burada elbette Brüksel lahanası ve beyaz hindiba. Siparişlerimizi alan garson, beyaz hindibayı tavsiye ederken, bunun Brüksel’e ait bir buluş olduğunu söyledi. Geçmiş yüzyıllarda, hindiba kökü, kurutulup, ufalandığında, zamanında pahalı bir içecek olan kahveye alternatif bir malzeme olarak, sıcak suya karıştırılıyormuş. Brükselli bir çiftçi de, kahve yapmak için sakladığı hindiba köklerini bodrum katında unutup, aylar sonra bu köklerden körpe ve çıtır, küçük, beyaz yaprakların çıktığını görünce, bu lezzetli sebzeyi, Avrupa’da ilk keşfeden kişi olmuş.
Brüksel lahanasının ise, çevre bilinci yüksek Brüksel halkı tarafından gittikçe daha fazla sevilmesinin sebebi, yüksek gövdesinde onlarca mini lahana yetiştirerek, topraktan tasarruf, bugün ‘dikey üretimin’ gözdesi olmasıymış. Karamelize edilmiş hindiba ile servis edilen makarna ya da bir parça kırmızı etin yanına, bir kepçe közlenmiş Brüksel lahanasını, buradaki bistrolarda denemenizi tavsiye ederim.
Çizgi roman rotası: ‘Comic Book Route’
Brüksel, hiçbir şey düşünmeden, sadece ilham almak için sokaklarda yürüyüşe çıkılabilecek, en ilginç şehirlerden biri. Hiç beklenmedik bir anda, karşınıza bir binanın ya da boş bir duvarın üzerine boyanmış, Şirinler, Tenten, Red Kit, Spirou gibi sayısız çizgi romandan bir sayfa ya da maceranın tek kare bir resmi çıkabilir; damdan sevgilisinin penceresine gizlice girmeye çalışan genç bir adam ya da yeni banka soymuş Dalton çetesi bunlardan sadece birkaçı. Schuiten ve Peeters’ın çizdiği, The Obscure Cities çizgi romanından alınmış, ‘Le Passage’ isimli kare, burada benim en sevdiğim duvar çizimlerinde biri. ‘Rue du Marché au Charbon’ caddesindeki bu resim, çizgi romandaki hikayeye göre, ‘paralel dünyaya’ açılan bir geçit (portal). Dikkatli bakarsanız, resmin kenarlarının eksik bir kadrajda, içerideki kişilerin ise gri gölgeler olduğunu göreceksiniz. Bu hayali geçit, bir sonraki rotanızı planlamak için, bana sorarsanız oldukça ilginç bir nokta; karşısında durup, yeni maceranızın ne olması gerektiğini düşünmeye başlayabilirsiniz.