◊ Herhangi bir yerde sadece sesinizi duysam, o sırada sizi görmemiş bile olsam direkt “Ayşe Egesoy” derim. Bu nasıl bir imzadır?
– Bunu duymak ömre bedel işte, çok şükür.
◊ Bunu sadece ben söylüyor olamam. Sokakta, alışveriş yaptığınız mekanlarda da benzer durumlarla karşılaşıyorsunuzdur.
– Aynen öyle. Sesimi hemen tanıyorlar. Bana mesleğimin en önemli geri dönüşü de budur. Yani sonuçta TRT’de devlet memuruyduk biz. Aldığımız maaş belliydi. Özel televizyonlardan da TRT maaşımızdan azıcık fazla kazanırdık. Yani çok büyük paralarımız, evlerimiz, arabalarımız olmadı. Ama bugün hâlâ bu markanın yaşıyor olması, insanların bana bu kadar sıcak yaklaşması öyle büyük bir kazanç ki… Tarifi yok.
SOKAKTAN GEÇENİ ÇEVİRİP SUNUCU YAPTILAR
◊ Bu unutulmaz ses ekranlardan bize kaç yıl boyunca ulaştı?
– 20 sene TRT’de çalıştım. 5-6 sene de sonrası… Yaklaşık 30…
◊ TRT, sunuculuk ve spikerlik anlamında çok önemli bir okul, bir ekol. Siz nasıl girmiştiniz o okula?
– O yıllarda TRT’ye girmek için yaklaşık 1500 kişi başvurur, 15 kişi kabul edilirdi. Sınavı geçtikten sonra da hemen “tamam” denmezdi. İki-üç sene Devlet Tiyatrosu’nun önemli isimlerinden eğitim alırdık.
◊ Sonrası spikerlik mi?
– Yooo… Ona da hemen başlatmazlardı. Önce radyolarda küçük anonslarla deneme yaptırırlardı.
◊ Sabır işi yani…
– Öyle… Hani gece yattım, sabah kalktım hop ben televizyondayım, öyle bir şey yoktu. Şimdi bakıyorum da iyi ki öyle yapmışlar. Çünkü kalıcı olmak için bütün bu yollardan geçmek şart.
◊ Şimdi durum farklı mı?
– Şimdi Türkiye’de kaç televizyon, kaç radyo kanalı var biliyor musunuz? İnanılır bir sayı değil. Tabii bu kadar kanal, bir o kadar da sunucu demek. Peki onca insan nereden eğitim alıp ekrana çıkıyor, mikrofon başına geçiyor?
◊ Nereden?
– Hiçbir yerden! Sokaktan geçeni çevirip “Gel sen bunu sun” dediler, sunuyorlar. “Gel sen radyoda şunu yap” dediler, yapıyorlar.
◊ Günümüzde çoğu ekran yüzü ya yayında yaptıkları gaflar ya da sansasyonel haberleriyle akıllarda yer ediyor.
– İşte bunu söylemek istiyorum.
◊ Oysa sizlerin zamanında sansasyon değil adap, üslup vardı. TRT spikerleri göz kamaştırırdı, ne giydiğiniz bile merak konusuydu.
– Çok doğru bir gözlem. Gerçi şunu da diyebilirler; “Canım o zaman tek kanaldı, insanların başka bir seçeneği yoktu. Ahmet de çıksa Fatma da, seyirci mecbur onu seyrediyordu”… Ama hayır, öyle bir şey yok işte.
◊ Televizyon ışığı meselesi mi?
– Bizim zamanımızda televizyon ışığı diye bir şey de yoktu. Onun yerine “Televizyona yakışıyor” derlerdi.
◊ Ekrana yakışmak için yakışıklı ya da güzel olmak şart mıdır?
– Hayır. Bir insan çok çirkin olabilir ama ekrana çok yakışır. Bu arada güzellik çirkinlik meselesinden bağımsız olarak söyleyeyim; Kanal D’deki programınızı izledim, siz de çok yakışıyorsunuz ekrana.
◊ Çok teşekkür ederim, bunu sizden duymak gurur verici…
– Gerçekten yakışıyorsunuz.
◊ Güzelliği, yakışıklılığı bir kenara koyalım. Peki ses tonu ne kadar önemli? Diksiyonun çok iyi olması yeterli midir sunuculuk yapmak için?
– Yetmez. Ses tonu önemli. Çok ince sesli birini düşünün, dünyanın en güzel Türkçesini konuşsa neye yarar?
◊ Geçenlerde Kerem Alışık ile röportaj yaptım. Etkileyici bir konuşma tarzı var. Onun telaffuz ve ses rengi için ne diyeceksiniz?
– Çok severim onu da… Kerem’in “R” harfini yuvarlamaz asla. Rol aldığı dizide Adanalıyı konuşuyor, orada bile sondaki R’yi koyuyor. Ama öyle bir aileden geliyor ki… Dayısı Attila İlhan…
◊ Doğuştan şanslı diyorsunuz…
– Tabii ki… Kulak çok hırsızdır. Duyduğunu anında çalar, dile yapıştırır. Benim anne tarafım Karadenizli. Memlekete gittiğimde Karadeniz lehçesini bir dakikada kaparım, bir bakarım onlar gibi konuşmaya başlamışım. Hemen silkelenip kendime gelirim. Bir de kitap okumak çok önemli çünkü kelime haznesini genişletiyor. Kelime haznesi geniş olmayanlar, beden dillerini daha abartılı kullanır.
◊ Ayşe Hanım, ekranda olduğunuzdan epey farklı görünüyorsunuz. Saçlar uzamış, tarz değişmiş…
– Saçlarım hep kısaydı, nihayet uzattım. O zamanlar daha bir ciddi görünüyordum. Neticede Türkiye’nin en önemli solistleri, iş insanları, devlet adamlarıyla röportajlara gidiyordum. Bir de ben Çamlıca Kız Lisesi’nden sonra Ankara’ya gelip koleji bitirdim, ardından TRT’ye girdim. Yani çocukken adım attım TRT binasına. Kocaman insanların karşısında lise mezunu uyduruk bir kız olmazdı. Ona göre saçlarım kesildi, ağır makyajlar yapıldı. Tayyörler falan…
◊ Tayyör kadın spikerlerin olmazsa olmazıydı zaten.
– Ama öyle her etek-ceket olmaz, eteğin boyu diz kapağının altında olacak. Sunum sırasında fazla reaksiyon da göstermeyeceksin.
◊ Her açıdan tam bir ciddiyetten söz ediyoruz…
– Evet. O zamanlar TRT spikerleri için “soba borusu” gibi derlerdi! Kamera karşısında mimik yapamazdınız. Fazla güldüm diye iki kere maaşımı kestiler. Halbuki gülmek bile değildi, anonsum bittikten sonra tebessüm ettim sadece. Bir keresinde de Muazzez Abacı’nın Arı Stüdyoları’ndaki konserini sunuyorum. Hafif yırtmaçlı bir tuvalet giydim diye ikramiyem gitti. Devlet memurusun, o da yasak…
EKRANA DÖNMEK İSTİYORUM AMA YOLU NEDİR BİLMİYORUM
◊ Sizi ait olduğunuz yerde, ekranlarda bir daha göremeyecek mi sevenleriniz? Yok mu öyle bir niyetiniz?
– Aslında bunu ben de istiyorum ama yolu nedir bilmiyorum.
◊ O ne demek?
– Zamanında biz öneri verirdik, dosya sunardık, bakarlardı ve uygun görürlerse “Hadi gel yap” derlerdi. Ama şimdi bilmiyorum ki nasıl gidilir, nereye gidilir, kime ne söylenir?
◊ Menajeriniz yok mu sizin?
– Bugüne kadar hiç menajerim olmadı biliyor musunuz, çok enteresan… Hatta bunu şimdi fark ettim.
MADEM ESKİ ŞARKILAR, KOSTÜMLER GERİ GELİYOR BİRAZ DA EDEP GELSE…
◊ Sürekli “ah o zamanlar” tadında konuştuk. Bizi yeniliğe kapalı sanmasınlar şimdi…
– TRT döneminden bahsederken değil mi? Her seferinde cümleye “Bizim zamanımızda” diye başlıyoruz. Esasında “bizim zaman” diye bir şey yok.
◊ Var ki sürekli tekrar edip duruyoruz.
– O yıllardan özlediğimiz her şey esasında bugün de olması gereken. Mesela bizim zamanımızda “ekranda çok gülmek, bir röportajda konukla temas ederek konuşmak” yasaktı. Artık öyle değil. Bu örnekleri verince zaman geçmiş, biz gerilerde kalmışız gibi algılanıyor. Bense öyle düşünmüyorum. Çünkü “bizim zamanımızda” dediğimiz şeylerin güncelliğini hiç yitirmeden bugünlere, yarınlara da aktarılması taraftarıyım.
◊ Nedir bugünlere aktarılmasını istedikleriniz?
– Müzikte, giyim kuşamda yine eski şeyler moda olmaya başladı biliyorsunuz. Madem şarkılar, kostümler, takılar geri geldi, o zaman şu edep de biraz geri gelse… Şu dilimizi doğru kullanmak geri gelse… Güzel olmaz mı?
ZEKİ MÜREN’İN KARŞISINDA DARMADAĞIN OLDUM
◊ Yaptığınız yüzlerce röportaj arasında sizin için en unutulmazı hangisiydi?
– O kadar çok insanla röportaj yaptım ki… Politikacısından spor adamına, film yıldızından televizyoncusuna çok geniş bir yelpaze…
◊ Sizi en zorlayan görüşme diyelim o halde…
– Beni en zorlayan, rahmetli Vehbi Koç’la yaptığım röportajdı. Evine gitmiştik. Ama o kadar titiz, o kadar mükemmeliyetçiydi ki elimi kolumu nereye koyacağımı şaşırmıştım. Her şeyin kusursuz olmasını istiyordu, ne yapacağımızı bilemedik…
Bir de Zeki Müren’le ilk röportajı çok heyecanlandırmıştı. Türkçeyi kusursuz konuşan biriyle röportaj yapacaktım. Ben de iyi Türkçe konuşurdum ama yine de karşısına oturunca elim ayağım titremeye başladı. Kameranın ışığı yandı, yok, başlayamıyorum. Sonunda konuşmaya ilk Zeki Müren başladı.
◊ Siz söze girmeden ne dedi ki?
– “Hoş bulduk sayın Egesoy” dedi (gülüyor). Ben ondan sonra “Hoş geldiniz sayın Zeki Müren” diyebildim ama darmadağın olmuştum.
◊ En keyif aldığınız görüşmeyi hatırlıyor musunuz?
– Belkıs Akkale ile yaptığım röportajlar… O da, eşi de kadim dostlarımdır. Ayrıca Nilüfer ve Emel’le (Sayın) yaptığım röportajlar da çok zevkli geçerdi. Bu arada malum Emel Sayın çok da güzel bir kadın… O kadar güzel bir kadının karşısında otaracaksınız, bütün Türkiye izleyecek. Onun için üç-dört gün önceden hazırlıklara başlardım.
◊ Ya siyasiler…
– Hemen hemen hepsiyle röportaj yaptım. Rahmetli Süleyman Demirel mesela… Sonra rahmetli Turgut Özal. Ben Özal zamanında devlet ve protokol sunucusu unvanını aldım.