Bern’den beri peşimi bırakmayan Aar nehrinin akışı burada da çok hızlı, su temiz ve yeşil-mavi. Sol yakadan bakıldığında katedralin çan kulesinin ve kırmızı çatıların ardından Jura Dağları görünüyor. Alpler’e oranla aşınmış, dünyadan nasibini fazlasıyla almış, alçalıp küçülmüş yaşlı dağlar. Soleure de bir bakıma öyle sayılır. 1530-1792 yılları arasında Fransa büyükelçiliğine ev sahipliği yaptığı için ‘Sefaret Kenti’ olarak da anılan şehir barok mimari dokusu ilk bakışta büyülüyor insanı. Aar’ın sol yakasındaki eski mahallelerin dar sokaklarında dolaşırken aynı zamanda yeşil, kırmızı, mavi panjurlu yapıların çevrelediği küçük alanlarda, her biri eski bir efsane, değişik bir hikâye anlatan anıtsal çeşmelerin arasında da dolaşıyorsunuz ve nereye yönelseniz mutlaka bir küçük heykel, bir sivri kule ya da surlar çıkıyor karşınıza. Kent ilk karşılaşmada bağrına basıyor sizi, eskinin olağanüstü günlerine, Napolyon ve tüm zamanların en cüretkar çapkını Casanova da dahil aydınlanma çağında yolu Soleure’e düşmüş tarihsel şahsiyetlerin dünyasına götürüyor.
Katedralin beyaz mermerden yapılmış yoğun ve ezici duvarlarıyla çıkmak zorunda kaldığınız merdivenleri caydırıcı bir konumda belki, ama içeriye girdiğinizde mekânın ferahlığı, küçük kubbeden süzülen ışık ve parıldayan borularıyla org yorgunluğunuzu üzerinizden alıyor. Eski gotik yapının yerine 18. yüzyılda İtalyan mimarlar Gaetano ve Antonio Pisoni tarafından inşa edilen katedral neo-klâsik üslûpta, bu nedenle de kentin barok mimarisine aykırı duruyor biraz, ama mermerlerinin beyazı, Jura dağlarına doğru savrulan akça pakça bulutlar gibi, göz alıyor. Buna karşılık Cizvit kilisesi, şapellerindeki tabloların bolluğu, süslü sütunları ve her hafta düzenlenen konserleriyle daha cana yakın bir mekân. Girişinde de, katedralde olduğu gibi, kat kat çıkmanız gereken merdivenler yok. Ama annesinin kollarında ölen İsa tasvirleri her yerde var.
11 rakamının egemenliği
Soleure’ün sadece ünlü birası Oufi ‘11’ anlamına gelmiyor, kentte 11 müze, 11 çeşme ve sürekli 11’i gösteren bir de saat var. Katedralin yapımı da 11 yıl sürmüş. Belli bir yaşa geldiğimden olmalı, çıkarken beni yoran merdivenin basamakları da 11’in üçle çarpıldığında elde edilen sayıya, yani İsa’nın çarmıha gerildiği yaşa eşit ve çanlar 11 adet. Soleure’ün İsviçre Konfederasyonu’na 1481 yılında katılan 11’inci kanton olması da bir rastlantı mı dersiniz? İsviçre, biliyorsunuz, Rolex de dahil ünlü markaları üreten saat sanayiinin merkezi. Zamanı ölçme geleneği burada çok eskilere, ortaçağa dek gidiyor. Soleure’de 13. yüzyıldan kalma bir saat kulesi var ki, ölüme her an biraz daha yaklaştığımızı anımsatsa da, söz etmeden geçmek olmaz: Yelkovan renkli çerçevede saatleri gösteriyor, yakalamak isteyip de yakalayamadığımız, ellerimizin arasından kayıp giden zamanı.
Yirmi dört saate bölünmüş bir başka devasa çerçevedeyse öğle yukarda, gece yarısı aşağıda yer alıyor. Her ikisine de aşinayız yıllardır ama ölüm iskelet ve kurukafa suretine girmiş yan tarafta bekliyor. Her saat başında yakışıklı ve sağlıklı şövalyeye gösteriyor yüzünü, “Vaktin geldi” dercesine. Ortada, başında deli takkesiyle tahtına yan gelip kurulmuş kralsa iktidarın geçici ama ölümün kalıcı olduğunu anımsatıyor biz ölümlü kullarına. Evet, bu üç otomattan en güçlü olanı ölüm “vakit tamam” dediğinde bitecek hayatımız. Bu yaşanası güzel dünyaya veda edeceğiz. Uzakta mor dağlar, eteklerinde orman zirvelerinde kar ve yanı başımızda köprülerin altından akıp giden Aar nehri, çekip gidecekler hayatımızdan. Kırılgan varlığımızla boşlukta tek başına kalacağız…