Gencecik bir ülkenin bağımsızlık günü için buradayız. Karadağ, Yugoslav Savaşları (1991-2001) sonrası dönemde Sırbistan’dan ayrılan son cumhuriyetti. Berrak bir gölü andıran Adriyatik Denizi, denize uçurumdan düşercesine inen fıstık yeşili dağları; sakin, güler yüzlü insanlarıyla Karadağ geleceğe umutla bakan, güzeller güzeli bir turizm ülkesi bugün. Karadağ Tanıtım Ofisi ve buranın en büyük marinası Porto Montenegro, bu genç ülkenin 13’üncü kuruluş yıldönümünü bu akşam büyük bir partiyle kutlayacak. Biz de bu yüzden buradayız.
Görüştüğümüz yetkililer, turizmciler hep bu kutlamadan söz ediyor, yetişebilirlerse orada görüşeceğimizi söylüyor. Akşam özenle hazırlanıp Tivat’taki kutlama alanına gidiyorum. Yol bayraklarla, kurdelelerle süslenmiş. Parti alanından bangır bangır müzik yükseliyor. Fakat bir tuhaflık var: Yolda tek insan yok. Herkes çoktan içeri girmiş muhtemelen. Parti alanına giriyorum, her şey hazır: DJ, ışıklar, barmenler, süsler… Fakat içerde ben dahil beş kişi var! “Erken mi geldim” diye görevlilere sorduğumda Balkanlar’ı anlamaktan ne kadar uzak olduğumu anlıyorum. Meğer Karadağ’ın bağımsızlığı burada kimsenin umurunda değilmiş. Hatta halkın büyük bölümü bu ayrılığa başından beri karşı. Sonradan öğreniyorum ki Karadağlıların sadece yüzde 15’i ayrılığı destekliyor (2017 Gallup araştırması). Alman ya da İngiliz turistlerin manasız coşkusuna bakıyorum. “Benim dedem en azından Manastırlı, size ne oluyor” deyip Yugoslavya’nın ruhuna bir kadeh yuvarlıyor; limanda yürüyüşe çıkıyorum.
Yugoslavya melankolisi
Yugoslavya’nın dağılmasından en hoşnut toplumlar Kosovalılar, Hırvatlar ve Slovenler. Ama başta Sırbistan, sonra onlara hep yakın durmuş olan Karadağ -bugün Avrupa turizminin gözbebeği de olsa- Yugoslavya melankolisini üzerinden atabilmiş değil. Bu duygu toplumsal bir fenomen. Popüler kültürden mimariye her alanda yansımaları var. Adı: Yugo-nostalji. Sosyalist Tito’nun kurduğu ve altı cumhuriyetten oluşan Yugoslavya günlerine tatlı, derinden bir özlem var. Porto Montenegro’nun orta yerinde dev bir denizaltı göze çarpıyor. Üzerinde Yugoslav bayrağı… Ertesi sabah ilk iş bu müzeye geliyorum. Tipik bir Yugo-nostalji örneği…
Yugoslav donanmasına ait bu ‘Hero’ ya da P-821 denizaltısı 1968’de Split’te yapılmış, Yugoslav donanmasının yıldızlarından biri olmuş. Denizaltı ve yanındaki Deniz Mirası Müzesi’nde Tito Yugoslavya’sının görkemli günlerine geri gidiyorsunuz. Bu derin sosyalist nostaljinin üzerine, azılı düşmanı kapitalizmin hayaleti çökmüş durumda bugün. Dünya basını Karadağ’ı “Yeni Fransız Riviera”sı diye tanımlıyor. Sürekli bu tür dergi kapakları yapılıyor, yazılar yayımlanıyor. Aslında bu anlaşılır bir şey. İyice tüketilmiş, fahiş fiyatlarla, gösteriş merakıyla ruhunu kaybetmiş Monaco’nun, Cannes’ın yanında Karadağ balta girmemiş bir orman gibi. Estetiği de Yalıkavak ve benzerlerindeki Rus, Arap, Türk tonlarında değil. Rafine, sakin bir güzellik hâkim. Limanda zincir restoranlar, abuk subuk üks oteller, gece kulüpleri yok. Benim kaldığım Regent Porto Montenegro Hotel, Venedik’teki Cipriani, Harry’s Bar havasıyla Kuzey Amerikan sadeliğinin arasında bir yerde. Gözü tırmalayan hiçbir şey yok.
Dev motor yatlara, şampanya patlatma meraklılarına göre değil. Ernest Hemingway ruhunu, ahşap yelkenlilerin yavaşlığını hissettiriyor. Akdeniz’in şıklığı, enfes yemekleri, şarapları, eski sosyalist ülkelerin tatlı hüznünde, sükûnetinde yumuşuyor. Yeşil tepelerin denizle buluştuğu yerlerde salınan Venedik sarayları İtalya’daki gibi göz kamaştırmıyor. Turuncu kiremit çatıları, sade bahçeleri, iskeleleriyle Karadağ’a özgü bir dinginlikleri var. Göstermeye değil, saklamaya çalışır gibi. Tıpkı buradaki kadınların duru, sade güzelliği gibi… Son gün, sabah erkenden tekneyle Tivat’tan Kotor’a geçiyoruz. Bir lagünü andıran kapalı deniz, gerçek bir doğa harikası. Koyun sonunda meşhur kalesiyle Kotor var.
Perast ve rüya gibi iki ada
Ortaçağ yerleşimiyle UNESCO Dünya Mirası listesinde. Baş döndürücü diklikteki tepedeki kalenin manzarası dillere destan. Fakat Barbaros Hayrettin Paşa’nın bile 1539’da “Uğraşmaya değmez” deyip işgal etmediği bu kaleye ben tırmanacak değilim. Hem de bu sıcakta… Önce Kotor’daki deniz tarihi müzesinde, sonra 12 kilometre mesafedeki Perast’ta bir balık lokantasında atalarımı yâd ediyorum. Perast, koyun tam girişinde akıllara durgunluk verecek kadar güzel bir yer. Karşısında rüya gibi iki küçük ada var. Bunlardan birindeki kilisede, yerel bir düğüne katılarak Yugo-nostaljide zirve yapıyorum. Tanrılara, tanrıçalara, hurilere layık bir yer. Ama ne yazık ki kötülük burada da var! Perast’ın tam karşısında bir tepeyi tıraşlayıp iğrenç bir site yapıyorlar. Havaalanından Bodrum’a yaklaşırken, sağda, insanı yaşadığı ülkenin kaderinden nefret ettiren Titanic Deluxe Otel’i hatırlayacaksınız. Burası da tıpkı orası gibi: Göz göre göre doğa katliamı. İzinler yüksek yerlerden alınmış, ülkenin ortak güzelliği yağmalanarak birilerinin cebini doldurmuş. Kaptan da başını sallayarak şüphelerimi onaylıyor. Karadağ o kadar küçük bir ülke ki, sıkı koruma yasaları devreye girmezse bu cennet 10-15 yıl içinde tarihe karışır.
Ülkede hâlâ otoban yok
Hâlâ ülkede bir otoban yok. Ama Çinlilere ihale verilmiş ve çalışmalar başlamış. Rus, Alman, Türk sermayesi, yabancı yatırımcılar evleri kapış kapış satın alıyor. Avrupa’nın ortasında, kapitalizme yeni geçen, demokrasisi kuvvetli olmayan bir ülkenin bu akına direnmesi zor. Gerçekçi olmak gerekirse Bodrum’da, Ibiza’da, Güney Fransa’da ne olduysa, burada da olacak. Karadağ bugüne kadar Barbaros’un toplarına, Sırplara, Venedik’e, Osmanlı’ya direnmiş, ayakta kalmış. Balkan Savaşı’nı geride bırakmış. Hâlâ pırıl pırıl, cennet gibi bir yer. Ama esas sınavı turizm akınına, kapitalizmin vaatlerine karşı vermesi gerekecek. Sonuç ne mi olur? Bana sorarsanız elinizi çabuk tutun; bu güzeller güzeli ülkenin tadını bu haliyle çıkarın.