Dünyanın gözü üstlerinde olan ve standartları çok yüksek insanları rahat ettirmek ve gezilerinden memnun ayrılmalarını sağlamak kolay şey değil. Onca yıl, onca insan; neler neler geçiyor gözümün önünden… Kişiler, mekânlar, tarihler değişiyor ama tekrarlayan, değişmeyen iki duygum var: Şaşkınlık ve hayranlık. Kaprislerinin tonuyla beni şaşırtanlar da oldu, mütevazı ve aşmış halleriyle hayran bırakanlar da…
Sanki İstanbul’da yaşıyor gibiler
Michael Douglas ve Catherine Zeta-Jones çifti, çocukları Dylan ve Carys ile aslında dünya turuna çıkmışlardı. Bir aydır
Botsvana’dan Hindistan’a, Mozambik’ten Tanzanya’ya kadar birçok yeri gezdiler ve noktayı İstanbul’da koydular. Tarihe, kültüre çok meraklı ve pozitif bir aile… Çocuklarını çok iyi yetiştirmişler. Oğulları Dylan tarih okuyor. Michael Douglas da Türkiye’yi yakından takip ediyor. Güncel gelişmelerin tümüne o kadar hâkim ki sohbet ederken sanki İstanbul’da yaşıyor diye düşündüm.
Türkiye’ye ilk gelişleri değil. Defalarca ziyaret etmişler. Seviyorlar bu toprakları. İstanbul’u, Antalya ve Bodrum’u gezmişler. Göbeklitepe ve Kapadokya’yı da çok merak ediyorlar; bir dahaki gelişleri için rotayı bu iki yere çizdiler. Catherine Zeta-Jones 20’li yaşlarında bir film çekimi için gelmiş ve bayılmış ülkemize. Ayağını da kesmemiş ondan sonra. Birlikte gezdiğimiz her adım için şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki bu topraklara bayılıyorlar!
Fener – Balat’ın tarihini anlattım
Onlar için İstanbul’un farklı yüzlerini görebilecekleri, hem şık restoranların hem ara sokakların hem çarşıların hem de sarayların atmosferini soluyabilecekleri bir program hazırladım. Rotamızda önce Fener-Balat sokakları vardı. Gezinin onlar için en rahat bölümü de burasıydı. Çünkü taktılar güneş gözlüklerini, kameralardan uzak, “Bir fotoğraf çektirelim mi” soruları olmadan keyifle dolaştılar. Eski evlerin arasından geçerken, Fener-Balat bölgesinin yüzyıllara meydan okuyan tarihini anlattım.
Üç büyük dinin ibadethanelerini ziyaret ettik. Onlardan biri Fener Rum Patrikhanesi’ydi. Patrikhane, İstanbul’un fethinden sonra Çarşamba semtindeki Pammakaristos Manastırı’na taşınmış. Sonra sırasıyla Fener Vlah Sarayı Kilisesi ve Ayvansaray Ayios Dimitrios Kilisesi’ne geçen Patrikhane, 1602’de şu anda bulunduğu Aziz George Kilisesi’ne yerleşmiş. Dünyadaki Rum Ortodoks cemaati tarafından ana kilise olarak kabul ediliyor. Bugünkü haline yeniden inşa edildiği 1720’de kavuşmuş.
Süleymaniye’ye hayran kaldılar
İstanbul’daki Bizans kiliselerinin en parlak dönemlerinde nasıl göründüğünün yansıması olan yapının en nadide parçaları arasında, 12. yüzyılda yapılan ve nadir bulunan Vaftizci Yahya’nın mozaik ikonuyla hemen yanındaki Panagia Pammakaristos’u tasvir eden mozaik ikon var. Dünyada benzerine az rastlanan bu iki mozaik ikon arasında, Hz. İsa’nın bağlanarak kırbaçlandığına inanılan sütun duruyor.
Bir diğer önemli noktamız Süleymaniye Camii oldu. Süleymaniye Camii, dıştan bakıldığında görkemli ve heybetli ama detaylarına inildiğinde sade bir yapı… Onlar da bu muhteşem mimariye hayran kaldı. Gezerken hem Mimar Sinan’dan hem de Süleymaniye’de taşlara işlenen detaylardan bahsettim. Yedi tepeli İstanbul’un üçüncü tepesinde yer alan camideki dört minare Kanuni’nin fetihten sonra tahta geçen dördüncü padişah olmasına atıf. 10 şerefeyse 10’uncu padişah oluşuna… Minareler avlunun dört köşesine yerleştirilmiş. İkisi 76 metre, diğer ikisi 56 metre yükseklikte. 50 metre yüksekliğindeki kubbeyle şehrin izdüşümünün yaratılmasına katkıda bulunmuş Sinan.
Küçük Kudüs: Kuzguncuk
Gezi, 1878’de yapılan, Kuzguncuk’un İcadiye Caddesi’ndeki Bet Yaakov Sinagogu’nda devam etti. Kuzguncuk’un olduğu bölge geçmişte Yahudiler tarafından ‘Kutsal topraklara gitmeden önceki son durak’ kabul edilmiş. Hatta yolculuğu bitiremeyen ve kutsal topraklara varamadan yaşamını yitirenler, buraya gömülmeyi vasiyet etmiş. 15’inci yüzyılda İspanya’dan kaçan Yahudiler yerleşmiş, 17’nci yüzyıla gelindiğinde artık bir Yahudi köyü halini almış. Belki de bu yüzden ‘Küçük Kudüs’ adı verilmiş.
Sinagog ziyaretinin ardından tekrar Avrupa Yakası’na döndük. Rotamızda Şerefiye Sarnıcı, Topkapı Sarayı, Mısır Çarşısı ve Ayasofya vardı. Teknede Boğaz’ın güzelliğine bir kez daha şahit oldular. Ayrılırken bana bıraktıkları zarif notta da teşekkürlerini iletmişler.
Ayasofya’nın büyüsüne kapıldılar
Douglas ailesiyle akşam saatlerinde Ayasofya’yı gezerek kapanışı yaptık. Zaten en çok etkilendikleri yer de bu eşsiz yapı oldu. Tasvirleri ve öykülerini anlatınca, ilgileri daha da arttı. Ayasofya için “Dünyanın en görkemli mimari yapılarından biri” dediler. Ayasofya gezimizin sonunda, İstanbul hep yanlarında olsun diye yeni kitabım ‘Havadan İstanbul’u hediye ettim. Yazıları anlamasalar da fotoğraflara hayran kaldılar. Şubat ayında kitabın İngilizcesinin çıkacağını söylediğimde ev adreslerini verip mutlaka okumak istediklerini söylediler. Haliyle İngilizce kitabın ilk gideceği yerlerden biri belli oldu.