İlk kez gelmiyorum bu ülkeye. Tanca’dan Fes’e, Kazablanka’dan Agadir’e, başkent Rabat’a, Fas’ın birçok kentini ve elbette Marakeş’i birkaç kez ziyaret ettim. Ama Cezayir sınırına yakın Ucda’ya bu ilk gelişim. Türkiye’nin eski Fas büyükelçisi, Galatasaray Lisesi’nden sınıf arkadaşım Akın Algan’ın cep telefonuma gönderdiği mesaja bakılırsa, Ucda adını, ‘sınırın ucunda’ anlamında, uzun süre Cezayir’de hüküm süren Osmanlı yönetimi vermiş kente. Bir başka rivayete göreyse kentin adı ‘vecd’ kelimesinden geliyor. Aslında birbirini tamamlayan rivayetler, çünkü sınıra yakınsanız vecde kapılmanız da kaçınılmaz oluyor bir bakıma.
Sabah, Atlas Orient otelindeki odamın perdesini çeker çekmez ‘Mağrip’ kentlerinin tarih boyunca değişmeyen gürültüsüyle karşılaştım. Bulutsuz, mavi göğe yükselen ince uzun palmiyelerin ardında tuğla rengi surlar, kemerli kapılar, burçlar ve mazgal delikleri. Dikdörtgen minareleriyle camiler ve dar sokaklarıyla medina, yani şehir. İncik boncuktan giyecek ve yiyeceğe, çanak çömlekten elektronik eşyaya, gerekli gereksiz her şeyin ve bir hayli ıvır zıvırın satıldığı izbe çarşılar. Kapıların ardına gizlenmiş, ilk bakışta kendini ele vermeyen bahçeler. Ve çıkışta geniş hasır şapkaları, çatlayan nar gibi kıpkırmızı giysileriyle sakalar. Su satar gibi yapıyorlar ama dileniyorlar aslında. Çünkü artık herkesin yanında taşıyabildiği, iyi kötü bir plastik su şişesi var. Kentin kenar semtlerinden geçen ırmak çoktan kurumuş, oysa sonbahardayız. Ve Ucda’ya kışın kar yağıyor ama sonbaharda yağmur yağmıyor.
Tarihi bin yıl öncesine dek gidiyor Ucda’nın. 994 yılında Berberi komutan Ziri ibn Attia tarafından kurulmuş. Kervan yollarının üzerinde bulunduğu için de kısa sürede gelişmiş. Almoravid’lerden Almohadlara, bir ara Cezayir’i ele geçiren Osmanlılar da dahil birçok hanedanın yönetiminde kalmış. Ne var ki, medinayı çevreleyen surları saymazsak, bu tarihsel mirastan günümüze fazla iz kaldığı söylenemez. Eski kapılarıyla ünlü hamamları da, Fas’ın diğer kentlerindekilere oranla, fazla gösterişli değil.
Kalkınmayla ilgili olarak nasıl ülkemizde bir ‘Doğu sorunu’ varsa, Fas’ta da aynı sorun var. Ucda ve bölgesi işte bu sorunun gündemde olduğu bir coğrafya. Ve Cezayir sınırı kapandığından bu yana kaçakçılığın nimetlerinden de yoksun kalmış.
Fas’ta başını örten kadınlar Cezayir’deki gibi çoğunlukta değil. Genç kızlar, kentin kenar mahallelerinde bile gayet alımlı. Buna karşılık cellabelerine bürünmüş, işsiz erkek kalabalığının kahveleri, parkları, çarşıları doldurduğunu da belirtmeliyim. Yalnızca işsiz gençler pineklemiyor bu kahvelerde, geleneksel giysileriyle yaşlılar da boy gösteriyor. Kahvelerle, 1960’ların İstanbul’undaki gibi dolmuş yapan taksiler, belli bir devinim kazandırıyor Ucda’ya. Buna karşılık toplu taşıma araçları yok denecek kadar az. Özel arabalar da. At arabalarıyla binek hayvanlarıysa ortalıkta pek görünmüyor.
Bu yıl üçüncüsü düzenlenen Mağrip Kitap Fuarı’nın Ucda’da gerçekleşmesi bölgenin kültürel kalkınması açısından önem taşıyor. Kentte bir tane bile kitapçı göremedim ama, fuarda okurlara Arapçaya çevrilen kitaplarımı imzalarken epey heyecanlandım. Aralarında üniversiteli gençler çoğunluktaydı, hatta bazıları Türkçe biliyordu. Davranışlarından kitaba hasret kaldıkları belliydi. Fas, Arapçayla Fransızca arasında seçimini yapmamış, daha doğrusu her iki dili de önemseyen bir ülke. Berberice konuşan bir azınlık da var. Diyeceğim, dilsel alanda da uçta bir kent Ucda. Çünkü yalnızca kırsal alanda değil, kent merkezinde de Berberice konuşanların sayısı bir hayli fazla.