‘Güzel Ada’ olarak anılan Korsika’ya daha önce de yolum düşmüştü. Her yıl Bastia’da gerçekleşen Akdeniz Film Festivali’nde jüri üyeliği yapmıştım. Erden Kral’ın Hakkâri’de Bir Mevsim’ine vermiştik büyük ödülü. Benim içinse asıl büyük ödül bu güzel coğrafyayı keşfetmek olmuştu. Bu kez Korsika’nın Alta Rocca’sında (Yücedağ), testereyi andıran dağlardan yamaçlara yuvarlanmış, tektonik sarsıntılardan bu yana heybetlerinden hiçbir şey kaybetmemiş taşlarla başbaşayım. Taş demek de yanlış belki, çünkü her biri en az bir ev büyuklüğündeki devasa kayalar sözkonusu. Granit tüm manzaraya egemen. İri taşlar çam ormanlarıyla halleşip kaynaşmış, akarsu yataklarını bile doldurmuş, sanki geçenden baç almak için köprü başlarını tutmuşlar.
Bu küçük köprülerin altından akan derelerin suyu buz gibi ama hava sıcak. İğne kadar sivri oldukları için ‘Bavella’nın İğneleri’ adıyla anılan boz dağlar, uzakta arz-ı endam etmekte. Ve çan kuleleri mavi göğe yükselen kiliselerin çevresine kümelenmiş, kahverengi, beyaz, yeşil, pas rengi panjurları kapalı taş evler size Fransa’nın herhangi bir bölgesinde değil, kendine özgü mimari özellikleriyle bir başka ülkede olduğunuzu anımsatmakta. Zaten trafik işaretleri de, kent ve köy adlarıyla birlikte her iki dilde, yani hem Fransızca hem Korsikaca yazılmış.
Adanın bağımsızlık mücadelesi gündemde değil artık, çünkü Korsika Kurtuluş Cephesi adlı örgüt bu mücadeleyi siyasi zemine taşımış durumda. Ve Korsika bağımsız olmasa da yerel meclisi olan, özel statüye sahip bir bölge. Zaten dışarıya göç nedeniyle giderek azalan nüfusunun ancak yüzde yirmibeşi Korsika kökenlilerden oluşuyor.
Çamların gölgelediği asfalt yolda, virajları yalpalaya döne alarak, külüstür arabanın içinde kimi zaman yorgunluktan uyuklayarak, yukarıya tırmanıyoruz. Tırmandıkça da bu eşsiz doğa karşısında şaşkına dönüyoruz. Dağlar öylesine yüce, o kadar yakınımızdaki, bir uçurumun ötesinden görünen Akdeniz’in gerçekliğini sorguluyoruz. Derken, adanın batısına doğru inişe geçtiğimizde, Livia’ya ulaşıyoruz. Orada, köyün muhtarı ve hatırı sayılır bir kalabalık karşılıyor bizi. Türkiye’yi tartışmak üzere hep birlikte belediye kitaplığına yöneliyoruz. Korsika’nın bir dağ köyünde kitaplarımı imzalayacağım, Tayyip Erdoğan’dan Ekrem İmamoğlu’na Türkiye’yi konuşacağım kırk yıl düşünsem yine de aklıma gelmezdi. Ama toplantının içeriğinden söz edecek değilim.
Sözü bu yörede yaşamış, yoksulun hakkını savunmuş, zalimlerden hesap sormak için eşitsizliğe başkaldırarak dağa çıkmış, Yaşar Kemal’in yarattığı ‘mecbur kahraman’ İnce Memet’e benzeyen bir eşkiyaya getirmek istiyorum. Adını bu yörenin bir köyünden alan Sainte-Lucie, işlemediği bir cinayetten dolayı suçlanınca dağa çıkmış, adaletin haksız yere hışmına uğrayanları savunmuş, kısa zamanda halkın gönlüne taht kurmuş bir eşkiya. Onun gerçek serüvenlerini olduğu kadar efsanevi yaşamını da Ponson du Terrail’ın ‘Eşkiyalar’ adlı kitabında okuyabilirsiniz. Ponson’un yazdığına göre o da tıpkı bizim İnce Memet gibi dağların ardında kaybolmuş bir gün. Ve Yaşar Kemal’in deyimiyle ‘imi timi’ belli olmamış. Yani bir daha kendisinden haber alınamamış.
Korsika ondokuzuncu yüzyılda hâlâ feodal yapıya sahip bir bölgeydi. Kan davaları ailelerin yok olmasına yol açıyor, şiddet ortalıkta kol geziyordu. Genç bir kadının trajik öyküsünü bir kan davası bağlamında dile getiren Prosper Merimee’nin Colomba adlı romanını okumanızı öneririm. Ama bugün Korsika’nın övündüğü, Goncourt Ödülü sahibi bir başka yazarı daha var: Jerome Ferrari. ‘Güzel Ada’nın yalnızca güzelliklerini değil sorunlarını da edebiyattan ödün vermeden dile getiriyor. Korsika’nın bir başka özelliği de kokuları. Çam ormanlarından ya da Akdeniz güneşinde açan binbir türlü çiçekten gelen kokulardan söz etmiyorum yalnızca. Burada ada bitkilerinin yoğun kokusu da doğa kadar etkileyici. Kuşkusuz bu nedenle, Korsikalı Napolyon, İngilizler tarafından sürüldüğü okyanustaki o uzak adada, gözlerini kapatıp yurdunun kokularını hayal ederek son nefesini vermişti.