Dünyanın dört bir yanından gelmiş turistlerle Nuh’un Gemisi’ni andıran Karl (Charles) Köprüsü’nden çıktığımda güneş batıyordu. Tramvaya binmek yerine Vltava’nın (Moldau) doğu kıyısından, cadde boyunca Legii Köprüsü’ne yürümeye karar verdim. İki köprünün arası, adaları, parkları, kuğuları, mini çağlayanı, tarihi yapılarıyla şehrin en fotojenik bölgesiydi, bunu biliyordum. Smetana Müzesi’nin de bulunduğu, nehrin içine 60 metre uzanan yarımadayı geçip kıyıya vardım. Gövdelerine bakılırsa buradaki ıhlamurlar en fazla 20-30 yaşındaydı. Demek ki Viyana gibi Prag da 2000’li yıllarda ıhlamur sayısını artırmıştı. Hepsinin dalları tomurcuk doluydu. Mayıs sonunda tüm şehri saran, hatta kimi yerlerde baş döndüren yoğun akasya kokusu, yaklaşan büyük şölen hakkında fikir veriyordu: Caddelerdeki, parklardaki ıhlamurlar akasyalardan kat kat fazlaydı.
Gözlerim ağaçlarda ve karşı kıyıdaydı. Zihnimde Smetana’nın müziği dönüp duruyordu. Kalabalıktan bunalmıştım. Fotoğraf çektiren grup aniden yolumu kesince durdum. Ve o sırada fark ettim çevremdeki tuhaf durumu: Korkuluklar boyunca sıralananların hepsi hipnotize edilmişçesine, gözlerini kırpmaksızın aynı yöne bakıyordu. Yüzlerine hayret ile huşu arasında bir ifade yerleşmişti. Onları fark edenler durup aynı yöne dönüyor, sonra çevrelerindekilere de batı ufkunu işaret ediyordu. Sadece turistler değildi hipnoz altındakiler. Praglı olduğunu tahmin ettiğim 70’lerindeki birkaç çift, banklara oturup bastonlarına dayanmış, konuşmaksızın, kıpırdamaksızın aynı noktaya odaklanmıştı.
Ritüel gibi günbatımı
Batıya baktığımda Prag Şatosu’nun ardından batan portakal renkli güneş topuyla karşılaştım. Bulutların arasından dört bir yana ışın kılıçları uzanıyordu. Gökyüzündeki ışığın tonu dakikalar içinde değiştikçe, nehir, katedral, kıyıdaki kehribar renkli tarihi yapılar farklı çehrelere bürünüyordu. Nehirde gezi tekneleriyle turlayanlar, kıyıda soluksuz gökyüzünü izleyenler bu müthiş gösterinin her saniyesinin tadını çıkarmaya kararlıydı. Çağdaş kent hayatının telaşında önemini yitiren mucizevi doğa olayı Prag’da ritüel gibi yaşanıyordu. Geçmişte tanık olduğum günbatımlarını hızla gözden geçirdim. Cabo da Rocca’dan St. Ives’a, Elbruz Dağı’ndan Baykal Gölü’ne hiçbirinde Prag’daki huşuya tanık olmamıştım.
Ertesi gün yine Karl Köprüsü’ndeydim. Nehir kuzeye, Almanya’ya doğru usul usul akıyordu. Güneş henüz batmış, hava aniden soğuyunca ortalık boşalmıştı. Fırsatı değerlendirip 300 yıllık 30 gotik heykeli inceleyecektim. 17. yy’ın ünlü Bohemyalı heykeltıraşlarının elinden çıkan eserlerin hepsi dini kahramanlara aitti. Ellerindeki altın renkli haç, başlarındaki harenin yıldızları hariç her yerleri kömür karası kesilmişti. Turistlerin ilgi odağı köprünün tam ortasındaydı: Aziz Nepomuk’lu John. Kraliçenin itiraf ettiği günahları Bohemya Kralı’na aktarmayı reddettiği için 1393’te işkenceden geçirilip Karl’dan nehre atılarak öldürülmüştü rahip John. Ayaklarının altındaki iki rölyefin köpek ve kadın figürlerine dokunanın Prag’a tekrar geleceğine inanılıyordu. Kararmış plakadaki iki figür bu nedenle pırıl pırıl parlıyordu.
Heykeldeki Türk gardiyan
Benim ilgimi çeken ise doğu girişindeki başı sarıklı, beli palalı, pos bıyıklı figürdü. Kalabalık aziz grubu arasında Osmanlı ne arıyordu? Geri çekilip karşı duvara yaslandım. Heykeli incelemeye başladım… Palalı levent ağzı mazgalla kapatılmış mağaranın kapısında nöbet beklemekten sıkılmış gibiydi. Kolunu kapıya, elini çenesine dayamış köprünün giriş yönüne bakıyordu. Mağaranın üstündeki dört figürden Slav kahramanına benzeyeni diğerini prangadan kurtarıyor, bir mürit diğer azizin önünde diz çöküyordu. Mazgalların ardında tutsaklar, kapısında köpek vardı. Sonra öğrendiğime göre ismi ‘Aziz John, Felix ve Ivan’dı. 30 heykelden en kalabalık ve pahalısıydı. Ferdinand Maximilian Brokoff, Karl’daki dokuzuncu ve sonuncu eserini Kont Thun’un sponsorluğunda 1714’te tamamlamıştı. Hıristiyanları, Türklerin elinden kurtarmayı hedefleyen Teslis Tarikatı’nın kurucu ve liderleriydi kahramanları. Praglılar ise heykele “Karl’ın Türk Gardiyanı” adını takmıştı. 2. Dünya Savaşı sonrasında Çek tutsaklığının simgesi olmuştu.
Neyse ki şehirdeki tek Türk imgesi palalı gardiyan değildi. Karşı kıyıda, Legii Köprüsü’nün başındaki sanatçılar kafesi Kavarna Slavia’da, Vaclav Havel’in fotoğrafının karşısındaki duvarda Nazım Hikmet’in portresi asılıydı. Ozan 1956-58 arasında, hayatının son döneminde, bahar mevsimlerinde şehre birkaç kez gelmiş, âşık olmuş, memleket hasreti çekmiş, bahar ve ölüm üzerine unutulmaz şiirler yazmış, bu kafede edebiyatçı dostlarıyla buluşup sohbet etmişti. Tarihi kent merkezinde, bir zamanlar Chopin’in konakladığı binanın karşısındaki görkemli ‘Obecni dum’da ise dev Fazıl Say afişi asılıydı. 19 Haziran’da Smetana Salonu’nda konser verecekti Say.
Sağım, solum sanat
Aniden kulağımın dibinde bir çığlık patladı: “Vaaavvvv”… El ele yürüyen üç Latin çiftten öndeki şık genç kız Karl Köprüsü’nün batı kulelerini ve ardındaki mükemmel Ortaçağ atmosferini görünce dizlerinin üstüne çökmüştü. Çevredeki doğa, mimari kadar farklı ulusların, kuşakların bu güzellik karşısındaki tepkileri de gözlemi hak ediyordu… Yapımı 40 yıl süren, nice şiddetli sel ve savaş gören 16 kemerli altı asırlık köprünün yılsonunda onarıma gireceğini, çalışmaların 20 yıl süreceğini okumuştum internette. Güney yönüne geçip çevreyi seyre koyuldum. Güney cephesindeki en görkemli yapı, gündüz yüksek tavanlı ve güneşli salonlarından nehri, köprüyü seyrettiğim Smetana Müzesi’ydi. Spotların altında kehribar gibi parlıyordu. Bestecinin piyanosu, gözlüğü, orkestra yönettiği batonların sergilendiği müzede yaşam öyküsünün bilmediğim detaylarını da öğrenmiştim, yüreğim burulmuştu: Üç kızı ve ilk eşinin hastalıktan ölümüne tanık olmuş, 50 yaşında başyapıtı ‘Yurdum’ senfonik şiir dizisinin Prag Şatosu’na adadığı ilk bölümüne başladığı dönemde, birkaç arayla iki kulağını kaybetmişti.
Nehre adadığı Moldau ve diğer dört bölümü duyamadan yazmıştı. 58 yaşında, ‘Yurdum’ ilk kez altı bölümüyle seslendirildiği günlerde Smetana sinir hastanesine kapatılmış, iki yıl sonra da yaşama veda etmişti. 1952’den bu yana her yıl Prag Bahar Festivali, Smetana’nın ölüm yıldönümü 12 Mayıs’ta ‘Yurdum’la açılıyordu. Bu konsere yetişememiştim, fakat ertesi akşam Feininger Trio’dan kızının ölümünün ardından yazdığı opus 15, sol minör üçlüyü dinleyecektim… Karşı kıyıdaki tepeyi kaplayan Petrin Bahçeleri’nin zirveye çıkan finüküleri geç saate kadar çalışıyordu. Tepedeki 50 metrelik tarihi gözlem kulesi de 22.00’ye kadar açıktı. Öğle saatlerinde çıkıp nefes kesen manzarayı seyretmiş, asansör başındaki görevliden “En güzel görünüm alacakaranlık sırasındadır” tavsiyesini almıştım.
Kafka Müzesi hayal kırıklığı
Parkın altında, nehir kıyısındaki Kampa Müzesi çevresindeki önemli yapılardan rol çalmaması için mütevazı düzeyde aydınlatılmıştı. Dört sergisini sabah yaklaşık iki saatte gezmiş, taşı tül zarafetinde işleyen Jiri Seifert’in (1932-1999) heykellerine, Praglı protest grup Rafani’nin ‘Yadsınamazlık’ sergisindeki ortak imzalı eserleri kadar bireyselliğe meydan okuyan manifestosuna hayran kalmıştım. Köprüden ayrılmadan diğer tarafa geçip son kez kuzey cephesindeki yapıları seyrettim. Konser salonu Rudolfinum, Prag Baharı Festivali konserleri için ışıl ışıl aydınlatılmıştı. Karşısındaki tepedeki Prag Şatosu alacakaranlıkta çok daha heybetli ve ürpertici görünüyordu. Altında, nehir kıyısındaki Kafka Müzesi zihnimde hayalkırıklığıyla yer etmişti. Heyecanla gitmiş, fotokopilerle karşılaşmıştım… Kimi vitrinlerin aydınlatılmasına bile gerek duyulmamıştı.
Gökyüzündeki mavinin tonu derinleştikçe, çevredeki ışıklar arttıkça manzara güzelleşiyordu. Köprüde resim, fotoğraf satanlar tezgahlarını toplamaya başlamıştı. Sadece Karl Köprüsü’nü görüntüleyip tezgahında bunları ‘G’ imzalı posterlerle pazarlayan 60 yaşlarındaki fotoğrafçı, iki Japon kızla sohbete dalmıştı. 20 yıldır köprüyü fotoğraflayıp bunları satıyordu. “Bence en güzel dönemi şubat. Hem tenha hem de sabah sisinde çok fotojenik. Kışın gelmelisiniz” diyordu. Seyahatimin sonunda havaalanına giderken tekrar hatırlayacaktım köprüdeki fotoğrafçının sözlerini… Beş günde sokaklarda toplam 60 kilometre yürümüştüm. Tramvayla batı, doğu, güney sınırlarına kadar gidip yol boyunca gözlem yapmıştım. Ve şehrin planladığım gibi üç günde bitirilemeyeceğini görmüştüm. Fotoğrafçının önerisine uyup bir kez daha gelmek gerekiyordu. Şubatta olmasa da parklarla iç içe olan Prag’ın sarıya boyandığı sonbaharda…
Geziyi güzelleştirecek 8 öneri
Toplu ulaşım planını cep telefonunuza kaydedin. Günlük 30 TL’ye şehir içi sınırsız ulaşım kartı ya da sanal kart alıp tramvaylarla şehir turu atın (dpp.cz/en).
Taksilerden ve merkezdeki döviz bürolarından uzak durun. En uygun kurlar Statni Opera’nın karşısındaki Politickych Veznü caddesinde.?
130 yıllık Petrin ya da modern Zizkov TV Kulesi’nden şehrin panoramik manzarasını seyredin (muzeumprahy.cz), (towerpark.cz).
Cumartesi Jiriho z Podebrad metro durağının çıkışındaki parka kurulan Köylü Pazarı, zaman içinde gurme şenliğine dönüşmüş. Yerel peynir, şarap tadımı yapılıyor. (trhyjirak.cz).
Kelepir antika avına meraklıysanız cumartesi, pazar günleri saat 14.00’e kadar açık kalan U Elektry ve Nakladove Nadrazi Zizkov tramvay durakları yakınındaki bit pazarlarına gidin. İlki Avrupa’nın en büyüklerinden; Bohemya kristalleri ve seramiklerin fiyatlarına inanmakta zorlanacaksınız (blesitrhy.cz). Diğer seçenek nehirdeki teknede cumartesi 15.00’e kadar açık kalan Avoid.
Kültür merkezlerinin yanı sıra kiliselerde, Prag Şatosu ve Dvorak Müzesi’nde akşamları klasik müzik konserleri düzenleniyor (praguemusic.cz/en).
Çeklerin ünlü ışık ve mim gösterisi ‘kara tiyatro’ turist tuzağına dönüşmüş. Akımın öncüsü Laterna Magica ise Ulusal Tiyatro’da sahneye çıkıyor (narodni-divadlo.cz/cs/laterna-magika).
Prag’da sanat, tasarım, şarap festivalleri birbirini izliyor. Yola çıkmadan şehirdeki etkinlikleri kontrol edin ve fırsatı değerlendirin (prague.eu/en/events).