Akşam saatlerinde uçaktan inip beni bekleyen araca doğru ilerlediğimde gördüğüm ve hissettiğim, yağmura rağmen ter içinde bırakan sıcaklık ve keşmekeş bir trafik. Yüksek kaldırımlardan taşıyabileceğimden daha ağır bavulumu peşimden sürüklemeye çalışırken; “Bundan sonra bavulunu taşımana ben yardımcı olacağım. Beni görmediğin yerde hemen seslen, gelirim” diyen rehberimiz Alkan’la ilk diyalogumuz başladı. O da ne? Beni bekleyen otobüsün basamakları çok yüksek, giriş kapısı dar. İlk baktığım detay inip binerken tutunacak aparat var mı yok mu? Aracın içini gelin almaya gider gibi süslendiğini tutunacak apartı gördükten sonra fark ettim. Heyecandan ağzımın kenarında beliren gülümsemenin yerini stresten düşen suratım aldı. Eğer engelli bir gezginseniz bu detaylar o kadar önemli oluyor ki yok saymanız mümkün olmuyor.
Ertesi gün sabahın ilk ışıkları ile 1975 yılına kadar Saigon olarak anılan, hem mimarisi hem de sosyal yaşamı, uzun süren Amerika işgalinden dolayı diğer Vietnam şehirlerinden hemen farklılığını gösteren Ho Chi Minh şehir merkezini geziyorum. Bu farklılığı, daha sonra gittiğim diğer Vietnam şehirleriyle daha net kıyaslayabiliyorum. Ho Chi Minh’de beni şaşırtan başka bir detay ise Vietnam’ın ticaret merkezi olmasının yanı sıra, kovanından fırlayan arılar gibi her yeri bir anda sarıp sarmalayan motorların varlığı oldu. Bu motorlar arasında sağlam bir şekilde karşıdan karşıya geçmek her seferinde bir mucize olsa gerek. Kaldırımlardan yürüyerek dolaşmak imkansız gibi. Çünkü kaldırımlar, yayaların yürüme yolu değil motorların park yeri olarak çoktan algılara yerleşmiş bile.
Bu keşmekeş trafikten, yolların çok iyi olmadığı ama yol kenarındaki muhteşem yeşil manzara eşliğinde yaklaşık iki saatlik bir yolculukla; Fransız ve Amerikan işgallerine karşı yapılan, gerilla savaşında büyük yarar gösteren Cu Chi tünellerine yol alıyorum. Görmek, gezmek istediğim bir yerde fotoğraf çektirmenin heyecanı dört bir yanımı sardı bile. Ama tünellere giden kapının önüne gelip tünel haritasını görünce Alkan’a ilk sorum: “Burası benim gezebileceğim bir yer mi?” diye sormak oldu. “Arazi zorlu ama ben sana yardım edeceğim” demesi beni rahatlatıyor ama sonuçta her şey bende bitiyor. Çünkü arazi engebeli, tünellerin toplam uzunluğu 250 km’yi buluyormuş.
Tamam belki tüm araziyi gezemeyeceğiz ama yine de ürkütücü geldi bana. Engelliler için hiç uygun değil. Destek alamaz ve iyi bir organizasyon yapmadığınız takdirde geziniz kabusa dönüşebilir. Alkan’ın desteğiyle genişçe bir tür tünelden inip önce biletlerimizi gösteriyor sonra tünelin devamını rampa ile tamamlıyoruz. Ve o minik insanların ülkesini savunmak için açtıkları tünellere varıyoruz. Benim gibi açık havada, bile deli gömleği giydirseler nefesi kesilecekmiş gibi olan, yazarken göğüs kafesimi daraltan bu tüneller akıllara zarar.
Arazi içinde Alkan’ın önümden yürüyerek düşmemem için test ettiği yoldan dikkatlice yürüyorum, anlattıklarını can kulağıyla dinliyordum. Anlattıkları, tünellerin görselliği ile güçleniyor güçlendikçe ruhum iyice daralıyor. Ama beni rahatsız eden başka bir şey var çözemediğim. Sanki biri eline bir balyozla kafamın içine içine vuruyor. Ne olduğunu bir türlü çözemiyorum. Ta ki tünel gezisi bitip, beni rahatsız eden o sesin geldiği yeri öğrenene kadar. Silah atış alanı. Vietnam sendromu denilen şeyin neden ve nasıl olduğunu bu manyakça tünel ağını ve beyninizi yiyip bitiren o sesleri yaşamadan anlayamazsınız.
Ertesi sabah yorgunluktan ve yürümekten şişmiş bacağımı dinlenmiş. Bir yaprağın damarları gibi neredeyse ülkeyi sarıp sarmalayan bereket tanrıçası, Mekong Deltasına doğru yol alıyorum. Ho Chi Minh şehrine arabayla iki saat, Kamboçya’ya 100 km güney Çin denizine 70 km uzaklıkta cennetten bir köşe. Araç yolculuğum bitip deltaya geldiğimde, beni kocaman ve inip binmesi baya zor bir tekne bekliyordu. Yine Alkan’ın desteğiyle etraftan istenen bir tabure yardımıyla çıkabiliyorum. Burası biyolojik hazine gibi. Çeltik, pirinç yufkası ve kağıdı yapan fırınlar, damıtma atölyeleri ve çikolatalı şeker yapanları görmek öyle güzel ki. Ama en güzeli ne biliyor musunuz?
Thoi Son’da etrafını egzotik bitkilerin sardığı sampanlarla kanallarda gezmek. Bu minik teknelere ve tekneden bozma sepetlere binmek o kadar kolay olmadı tabii. Bin bir eziyet ve stresle bindiğim teknede çocukluk hayallerime eşlik eden dilime pelesenk olan “Fış fış kayıkçı kayıkçının küreği pır pır eder yüreği…”
Eğer bir engelliyseniz ve Vietnam’a gitmek istiyorsanız, zorlu bir rotanın sizi beklediğini unutmayın. Benim gibi şartlarını zorlamak istemeyen arkadaşlar Ho Chi Minh şehir merkezinde postane binasını, Notre Dame Kilisesi’ni ve içinde asansörü olan aynı zamanda kocaman ve çok güzel bahçesi olan savaş müzesini ve başkanlık sarayını ziyaret edebilir. Bu müzedeki sığınakları ve yaşam alanlarını görebilirsiniz. Beni özellikle iletişim ağı çok etkilemişti. O telefon, telsiz ve radyoları görünce bir an kendimi tarihinin içine gömülmüş gibi hissettim. Gün batımını yine şehir merkezindeki en yüksek bunlardan biri olan Skydeck 49. kattan izleyebilirsiniz. Bu binada engellilere hem indirim var hem de asansörleri çok büyük. Tekerlekli sandalye için de gayet uygun… Ve en önemlisi de kiminle yola çıkacağınıza iyi karar verin. Rota imkansız değil ama tek başına çok çok zor.