COVID-19 salgınının yayılmasını önlemek için bir süredir evlerimizden çıkmıyoruz ve hayatı eve sığdırmaya çalışıyoruz. Çalışanlar işlerini, öğrenciler eğitimini, siyasetçilerse yönetimi evden sürdürmeye çalışıyor ve sosyal medya mecraları her zamankinden daha aktif kullanılıyor. Evet, iyi tarafından bakarsak salgın sebebiyle küresel anlamda mecburi bir dijital dönüşüm yaşadığımızı söyleyebiliriz; peki ama dijital dünyanın bireyleri olarak ruh halimiz ne durumda? Gelin, ruh halimizdeki değişimi Facebook, Instagram, YouTube, Twitter, LinkedIn gibi bizi dijital mecralarda farklı amaçlarla bir araya getirmek ve sosyalleştirmek için ortaya çakan mecralar üzerinden değerlendirelim.
Facebook: Son yıllarda genç jenerasyon tarafından eskisi kadar ilgi görmese de hala dünyanın en fazla aktif kullanıcı sayısına sahip sosyal medya platformu. Kullanıcılar bu dönemde ağırlıklı olarak salgına dair haber paylaşımları yapıyor. Özellikle orta yaş ve üzeri kullanıcılar oluşturdukları açık/kapalı gruplarda hem bilgi paylaşımı yapıyor hem de mevcut durumla ilgili endişelerini dile getiriyor.
Instagram: Sosyal medyada en fazla fotoğrafın paylaşıldığı mecra. Şu an sadece özlem duyulan günlere dair #tb konseptli fotoğraflar, ev halleri, ve salgınla ilgili önemli duyuru görselleri paylaşılıyor. Ayrıca milyonlarca takipçisi olan ünlü isimler, takipçileri için moral yayınları yapıyor.
Twitter: Kullanıcıların gündeme dair düşüncelerini paylaşmak ve haber alma ihtiyacını karşılamak için en fazla kullandığı mecra. Son denemde bu mecranın da ana gündemi COVID-19 salgını. Kullanıcılar gece gündüz hem kendi ülkelerinde hem de dünya genelinde neler olup bittiğini Twitter’dan takip ediyor, sürece dair deneyimlerini ve ruh hallerini paylaşıyor.
YouTube: Eğlenceli video içerikler ağırlıklı olmak üzere, farklı kategorilerde her gün milyonlarca videonun paylaşıldığı ve arşivlendiği bir platform. Özellikle Z jenerasyonunun favorisi. Her ne kadar gençlerin oyun alanıymış gibi görünse de son dönemde ‘geyik’ içerikler üretip izlenme sayısını yükseltmeye çalışan fenomenler bile COVID-19 hakkında faydalı paylaşımlar yapıyor ve takipçilerine karşı sorumluluk bilinciyle hareket ediyor.
LinkedIn: İş dünyasının nabzını tutan, beyaz yakalıları buluşturan en gözde sosyal medya platformu. Son günlerdeki gündemi de elbette salgın sebebiyle şirketlerin varlıklarını sürdürme mücadelesi, çalışanların gelecek kaygıları, ekonomik endişeler.
Küçük bir not; konuyu sosyal medya kullanıcılarının genel psikolojisini değerlendirmek üzere ele aldığım için, markaların yaptığı paylaşımlardan bahsetmiyorum. Zaten onların durumu malum; önceki yazılarımda da sıklıkla dile getirdiğim gibi e-ticarete odaklanabilen markalar antipatik görünmeden krizi fırsata çevirme derdinde. Diğerleri ise takipçileri için faydalı olabilecek içerikler üretiyor ya da sessiz kalmayı tercih ediyor.
Konumuza geri dönecek olursak, görüldüğü gibi COVID-19 salgını sebebiyle sosyal medya kullanıcılarının gündemi, kaygıları, korkuları ortak; sonuç da kolektif melankoli. Kolektif, çünkü tek başımıza yaşananlardan bağımsız bir gündem yaratamıyoruz, kendimize bile… İster istemez ortak önlemler alıyor, kendimiz ve sevdiklerimiz için korumacı bir tavır takınıyor, yaşanan kayıplara birlikte üzülüyor, ekonomik sıkıntıları birlikte yaşıyor, çözümleri de yine birlikte arıyoruz. Peki bu kolektif harekette nasıl oldu da kitleler melankolik bir hüviyet kazandı? Öncelikle melankoli kavramını çok yüzeysel şekilde ele alarak başlayalım. Melankoli, Hippokrates’ten Aristoteles’e, Orta Çağ alimlerinden bilim insanlarına, Latin dili edebiyatından Yunan metinlerine kadar birçok farklı referansta tanımlanan ve psikanalitik ekolde ilk kez Sigmund Freud’un 1917 yılında yayınladığı Trauer und Melancholie (Yas ve Melankoli) makalesinde yer alan bir kavramdır. Nasıl işlediğini de Freud’a göre en basit haliyle açıklayacak olursak; önce sevdiğimiz, değer verdiğimiz şeyleri kaybederiz, ardından da bir yas sürecine gireriz. Bu yas süreci normaldir, ama bir yerde sona ermesi gerekir. Sevecek, değer verecek, anlam atfedilecek yeni şeyler bulmamız için. Ama bu gerçekleşmeyince, yani yas bitmeksizin devam edince, melankoliye dönüşür ve bu ruh halini yaşayanlar, farkında olmadan derin bir buhrana sürüklenir. Şu an sosyal medya kullanıcıları için de durum aynen böyle. Son yıllarda çeşitli kitlesel acılar ve felaketler yaşandı, ama hiçbiri 2020 yılının ilk 3 ayı kadar yıkıcı olmadı. Bir çırpıda akla gelenleri sıralayalım; Avustralya yangınları, sel felaketleri, çığ felaketleri, depremler, Orta Doğu’da yaşanan çatışmalar, savaşlar, global ekonomik kriz, uçak kazaları, Kobe Bryant gibi sembol bir ismin trajik şekilde hayatını kaybetmesi, son olarak da Wuhan’da ortaya çıkan ve tüm dünyada hayatı durma noktasına getiren bir virüs salgını. Bitmiyor. Felaketlerin, acıların, üzüntülerin sonu gelecek gibi durmuyor. Hal böyle olunca, sosyal medya kullanıcılarının da gündemi bir türlü ‘sıradan’ ve ‘özel’ konulara gelemiyor. Ben arattım, üşenmezseniz siz de her dilde aratın; herhangi bir mecrada, gündemden bağımsız hayaller kurduğunu, çok huzurlu ve mutlu olduğunu belirten bir tane kullanıcı bulmaya çalışın. Yok. İnanın yok. Herkes derin bir kaygı yumağının içinde yuvarlanıp gidiyor. İşin kötü yanı kısa vadede olumlu bir gelişme de beklenmiyor. (COVID-19 aşısının piyasaya sürülmesi gibi) Bu süreçteki ekonomik tahribatı da düşünecek olursak, belki de bir neslin yarınları heba oldu. Tüm insanlık yepyeni bir dünya inşa etmek zorunda. En azından sonraki nesiller için.
Peki ne yapmak, nereden başlamak gerekir? Ben sosyolog değilim, ama bana bu soruyu reklam veren markalar da sıklıkla soruyor ve hepsine aynı şeyi öneriyorum: Beklenmedik bir neşe yaratın ve gerçekçi bir umut satın! Evet, bana göre bu kolektif melankoliden kurtulabilmemiz için yapmamız gereken şey tam olarak bu. Yoksa, Lars von Trier’in ‘Melankoli’sinde olduğu gibi güzel bir felaket senaryosunda, başrolde bulursunuz kendinizi.
Hep birlikte sağlıklı, neşeli ve umut dolu günler görmek dileğiyle…
Şinasi Furkan AVCI
twitter.com/snsfrknvc