Kurumsal hayattan hikaye anlatıcılığına giden yolculuk

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Kurumsal hayattan hikâye anlatıcılığına giden yolculuğunda bir büyük adım daha atan Ayça Erkol’un yeni kitabı “Bir Kış Gecesi Misafiri” Ekim ayı itibariyle raflarda yerini aldı. Yazar Ayça Erkol, Alakarga Yayınları iş birliği ile çıkardığı dördüncü kitabında çağımızın insani sorunlarından besleniyor.

Kurumsal hayattan hikâye anlatıcılığına giden yolculuk

Genç öykücülüğümüzün dikkat çeken isimlerinden Ayça Erkol’un yeni kitabı “Bir Kış Gecesi Misafiri” Ekim ayı itibarı ile tüm kitap satış noktalarında yerini aldı. Gündelik yaşamın her alanında karşılaşabileceğiniz karakterler, merak uyandıran kurgu ve farklı yazınsal arayışlarla örülü bu kitap, gerçek öyküseverlere hitap ediyor.

Yeryüzü dediğimiz kaypak yerden ışık bir anda çekiliverse… Güneş elini, Ay eteğini çekiverse…
Dev bir örtü açsak gökyüzünün tam altına ve düşen yıldızları toplasak tek tek… Geriye kalan şey karanlık değil, çırılçıplak soyunmuş, artık ışıktan korkmadığı için hiçbir şeyi saklamaya gerek görmeyen insan doğası olurdu…

Ayça Erkol, profesyonel yazarlık yolculuğuna ilk olarak “Hiç Aklımda Yokken” adlı 2016 yılında yayımlanan öykü kitabı ile başladı. Ardından “Bir Adın Vardı Senin” ile Türk edebiyatına damga vuran, edebiyatımızın üç büyük şairinin dizelerine kurulan bağımsız ve özgür bir yazarın, Tomris Uyar’ın yazarlığının yanında hayallerini, umutlarını, hayal kırıklıklarını okuyup onunla kısa ama keskin bir yolculuğa çıktığımız romanı ile buluştuk. Erkol, ardından tekrar öykücülüğüne geri döndü ve “Sonra Sincaplar Geldi”.

Kurumsal hayattan hikaye anlatıcılığına giden yolculukAyça Erkol, son olarak “Bir Kış Gecesi Misafiri” (2020) adlı öykü kitabı ile raflarda yerini aldı. Erkol’un bu son öykü kitabında, ilk iki öyküsünde önce karakterlerin farklı zamanlarını işleyen bir romanın parçalarını okumaya başladığımız hissini uyandırıyor. Ardından diğer karakterleri okurun hayatına sokuyor.

Erkol, hikayeleri arasında bağlantılar kurarak, okura yer yer kısa roman etkisi uyandırıyor. Çünkü sonunu bize bıraktığını düşündüğümüz öyküler aslında başka bir öyküsünde tamamlanıyor. Özellikle kitaba adını veren “Bir Kış Gecesi Misafiri” ile okuru hayaller, hikayeler ve sanrılar arasında bir yere taşıyan, biz büyüklere masallar okuyan Ayça Erkol ile yazın hayatına girişini, hikâye anlatıcılığını konuştuk.

Sizi sokakta gördüğümüz, gazetelerde okuduğumuz insanları öykü kitaplarınızın kahramanı yapıyor ve bize onların kısa ve vurucu hikayelerini anlatıyorsunuz. Bu farklı insanların derinlerine inerken onlarla nasıl bağ kuruyorsunuz? Çünkü kitaplarınızda derinlemesine işlediğiniz pek çok farklı karakter var.

Gerçekle hayalgücünün kendimce ideal karışımını yaratmanın peşinde olduğumu söyleyebilirim. Dediğiniz gibi kahramanlarımın her birinde gerçek hayatta çok yakından tanıdığım bir insanın bazı özellikleri olduğu gibi, daha uzaktan gördüğüm/gözlemlediğim/bir yerlerde okuduğum/duyduğum karakterlerin özellikleri de var. Mümkün olduğunda farklı kesimlerden insanla sohbet etmeye, ilişki kurmaya da özen gösteririm, kendi kısır sosyal çevremde kalmamaya çalışırım, mutlaka bunun da payı vardır. Kitaplarınızda günümüzün dünyasını yaşayan, bizden birileri var. Kimileriyle ortak dertlerimiz, yaşamsal kaygılarımız bulunuyor. Bizi bu dönemde, geçmişe nazaran daha zorlayan sizce nedir? Kuşak farklı, teknolojiye uyumlanamama, hayatın hızı, dış etkilere maruz kalma oranımızın artışı… Hatta öykülerinizden birinde psikolojik olarak sağlığı yerinde olmayan ancak sosyal hayat içerisinde bir şekilde ona yer sağlanmış dindar bir kişinin dinlediği bir konuşmanın hayatına doğrudan yansımasını da görüyoruz. Gelenekler, inançlar ve günümüz dünyası arasındaki ikilemler bizi nereye götürüyor?

Geçmiş zamanlara göre daha çok zorlandığımız birkaç şey olduğunu düşünüyorum. Birincisi sizin de dediğiniz gibi hız. Bizden önceki nesillerin on yılda gördüğü değişimi bizler bir yıl içinde yaşayabiliyoruz. Bu da çok farklı bir algılama, özümseme ve adapte olma yeteneği gerektiriyor. İkincisi kuralsızlığın kural olması hali ve çok fazla seçeneğimizin olması. Artık tartışamadığımız ya da kayıtsız şartsız kabul etmek zorunda olduğumuz pek bir şey kalmadı. Din, gelenekler, cinsiyet rolleri, otorite, hükümetler, sistemler… Hepsi bundan nasibini alıyor. Kime sorsanız özgürlüğü sevdiğini söyleyecektir ama bir lokantaya gittiğinizde iki yüz çeşitlik bir menü önünüze gelirse seçim yapmakta zorlanırsınız ve yanlış seçim yapma olasılığınız yükselir. Son olarak da vebal demek istiyorum. Evet, her nesil bir öncekini suçlar ancak bugüne baktığımızda gezegenin geldiği durumdan bizler daha fazla sorumluyuz. Dönüşü olmayan noktaya gelmemize neden olan insanlar çoğunlukla şu anda yeryüzünde olan insanlar ve Z kuşağı bizi bunun için suçluyor, çok da haklılar. İkilemler bizi nereye götürüyor? Ben çok fazla ikilem kaldığını düşünmüyorum. Elli yıl önce daha siyah beyaz bir dünya vardı. Amerika mı Rusya mı? Dindar mı, liberal mi? Artık böylesi keskin kutuplar bence yok. Bunu sinema ve edebiyattaki değişen, birbiri içine giren kötülük ve iyilik kavramlarına bakarak da görebilirsiniz. Romanlarınızda özellikle insanların hayvanlarla olan ilişkileri üzerine bolca duruyorsunuz. Çocuklar da keza, öykülerinizde önemli bir yerde. Her ne kadar “büyüklere masallar” okusanız da çocuklar ve hayvanlar kurgunuzu şekillendiriyor. Sizi buraya taşıyan, onları baş kahraman veya hikâyenin ana noktası haline getiren nedir?

Çocuklarla hayvanların ortak birçok özelliği var, her ikisi de doğaldır, kirlenmemiştir, hesapsızdırlar ve içleri dışları birdir. Özellikle travmasız bir hayvanla, ebeveynleri tarafından korku aşılanmamış bir çocuğun ilk karşılaşmalarını gözleyin; her iki taraf da birbirine karşı merak ve sevgi doludur ve aslında her iki türün de fabrika ayarları budur. Birbirlerine sevgiyle dokunan bir çocukla bir hayvan beni çok duygulandırır ve ilham verir. Özellikle hayvanlara karşı inanılmaz bir sevgim ve saygım var, yaşam amaçlarımdan biri onlara yardım edebilmek ya da onlarla uyum içinde yaşamak diyebilirim. Şu anda profesyonel olarak yaptığım iş de direkt hayvanlarla ilgili zaten. Hem evcilleştirdiğimiz hem de doğal yaşamlarındaki hayvanlara insanlık olarak büyük haksızlık yaptığımızı düşünüyorum. Köpeklerle ilgili okuduğum bir kitabın önsözünde vardı ve çok etkilenmiştim: “Binlerce yıl önce kurtlarla bir anlaşma yaptık. Onlar bizi, evlerimizi, sürülerimizi koruyacak, biz de onlara yemek, barınak ve sevgi verecektik. Kurtlar sözlerini hep tuttular, pekiyi ya biz?” diyordu. Üzerinde biraz düşünürseniz hayvanlara tarih boyunca yaptığımız haksızlık ve zulüm inanılmaz boyutlarda. Konuşmak, organize olmak, haklarını aramak gibi bir seçenekleri bile yok. Bu bencillik ve vurdumduymazlık, kendimizi her şeyin merkezinde görmemiz ve her şeye hakkımız olduğunu düşünmemiz beni inanılmaz üzüyor ve öfkelendiriyor. Çok kuvvetli hislerim var konuyla ilgili. Bunların yazdıklarıma yansımasıdır gördükleriniz. Sizi öykücü olarak tanıdık ancak Tomris Uyar’ın baş kahraman olduğu bir romanınız da var. Tomris Uyar’ın size etkileri neler? Kendinizle örtüştüğünü düşündüğünüz noktaları var mı? Kitabınızı hazırlarken nasıl bir yolculuk yaptınız?

Tomris Uyar çok iyi bir öykücü ve dili çok iyi kullanıyor. Öncelikle buna müthiş bir saygım var. Öykücü kalmaktan da hiçbir zaman gocunmuyor, romancı olmaya çalışmıyor mesela. Buna ek olarak inanılmaz bağımsız ve kendi kuralları, duruşu olan bir kadın. Türk edebiyatına damgasını vurmuş üç erkekle yakın ilişkisi var ve sadece bununla anılmasını isteyenlere inat çizgisi ile, yazdıkları ile, entelektüel birikimi ile bu dünyada o erkekler kadar dev bir duruşu var, buna müthiş bir saygı duyuyorum. Yazmaya hazırlanırken öncelikle yazdıklarını bir kez daha okudum, en çok da Gün Dökümü; Bir Uyumsuzun Notları üzerinden tekrar, alt çize çize gittim. O yılların Türkiye’sine, edebiyat çevresine ve Tomris Uyar’un iç dünyasına dönmüş müthiş bir ayna bu günlükler. Elbette onun hakkında yazılanları, Ülkü Tamer, Turgut Uyar ve Edip Cansever ilişkileri de bir kez daha merceğimdeydi. Kitap aslında yayınevinin gençlere Türk Edebiyatı’nı sevdirmek için hazırladığı özel bir projenin parçasıydı. O yüzden kitabın kahramanı genç bir kız ve eğer Erin gibi bir kız Tomris Uyar’la tanışıp dost olsaydı ortaya nasıl bir ilişki ve diyaloglar çıkardı acaba diye düşünürken oluşturduğum bir kurgu oldu. Sizin en dikkat çeken özelliklerinizden biri, kurumsal hayatın içerisinde aktif bir şekilde yer alırken, bir mühendis olarak yazın hayatına da devam ediyor oluşunuz. Murat Gülsoy’un Boğaziçi Üniversitesindeki yaratıcı yazarlık derslerine ve atölye çalışmalarına katıldınız. Bu tür atölye çalışmalarının sizdeki yansıması nasıl oldu?

Murat Hoca çok kıymetli bir yazar ve atölye çalışmaları da çok başarılı, keza Semih Gümüş Hoca’nın da atölye çalışmasına katıldım. Her şeyden önce böyle isimlerin metne bakış açıları, görüşleri, size verecekleri en ufak ipucu bile çok kıymetli, kenara not edilesi, beyne kazınası. Ayrıca atölye çalışmaları yazın hayatınıza bir disiplin getiriyor. Yazan ya da yazmak isteyen insanların dönem dönem kendilerini adeta kampa almaları da güzel bir şey. Yoksa hiç kimse kafatasınızı açıp içine iki doz yaratıcılık akıtmıyor ancak her şeyde olduğu gibi yazmak söz konusu olduğunda da disiplin, pratik ve odaklanmak sizi ileriye taşır, atölyeler de bu anlamda doğru isimler tarafından verildiğinde faydalıdır. Yazarlığınıza en çok etki eden yazarlar kimler oldu? Size hayatınızın kitaplarını sorsak, bize bir ilk 5 yapabilir misiniz?

Eyvah, en zorlandığım soru! Liste yapmakta çok iyi değilim maalesef. Okuduğum her metnin etkisi var, en çok da beğenmediklerimin belki de. Ancak ille seçmemi istiyorsanız Emily Bronte ile başlayacağım. On iki yaşındayken Uğultulu Tepeler’i okuduğumda bir atmosfer nasıl yaratılır, okur o atmosferin içine nasıl çekilir bununla tanışmış oldum. Metni yirmi dokuz yaşında, kasabalı bir kız yazmıştır üstelik. Daha ilk sayfasından itibaren bende “benzer bir şey yapmalıyım” hissi uyandırmıştı, bu yaşımda o his hâlâ çok canlı. İkinci dönüm noktası Rus Edebiyatı’nı keşfettiğim dönem elbette. Onca muhteşem metin arasından seçmem gerekirse Anna Karenina’yı alırım. Üçüncü sırada Lolita ve Nabokov gelir, böyle zor bir konuyu böyle anlatabilmek! Orhan Pamuk’tan Benim Adım Kırmızı’yı eklemek istiyorum dördüncü sıraya. Beşinci olarak da Latife Tekin’den Ormanda Ölüm Yokmuş’u almak isterim. Türk edebiyatında sizi en çok etkileyen yazarlar kimlerdir?

Latife Tekin, Faruk Duman, Tomris Uyar, Sait Faik, Oğuz Atay, Murat Gülsoy, Hakan Günday ilk aklıma gelenler. Kısa bir roman tadı bırakan son öykü kitabınız ardından karakterlerden birini bir romanda görme fırsatımız olacak mı?

Buna uygun olduğunu düşündüğüm karakterler var, evet. Saklambaç’taki site sakini, Misafir ya da Ördek Avcısı dediğiniz gibi daha uzun metinlerin de taşıyıcısı olabilirler. Ben de size sormak isterim; okur olarak hangi karakteri tekrar görmek isterdiniz? Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

Metinlerimi okuyan ve keyif alan herkese teşekkür ederim öncelikle. Sosyal medyanın da imkanları ile öyle güzel ve içten yorumlar yapıyorlar ve geri bildirimlerde bulunuyorlar ki, metnin ve anlatmak istediklerimin bu kadar incelikle okuyanlara geçmiş olması bana büyük mutluluk veriyor.

İçinden geçtiğimiz zor zamanlarda dayanaklarımızdan biri sanat ve edebiyat, lütfen okumaya ve daha iyi günlere inanmaya devam etsinler.

Bize ayırdığınız vakit için Pudra.com ekibi olarak teşekkür ederiz.

Kurumsal hayattan hikaye anlatıcılığına giden yolculuk

izmir escort

izmir escort

antalya escort

escort izmir

bursa escort

porno izle

türk porno

escort antalya

apkdownloadx.com

izmir escort

eskişehir escort

takipçi satın al

instagram takipçi satın al

tiktok takipçi satın al

tiktok beğeni satın al

gramtakipci.com.tr

smm panel

oyun forumu

antalya escort

istanbul escort

izmit escort

porno

escort beşiktaş

Darıca Kombi

porno izle

porno izle

porno izle

porno izle

porno izle

istanbul escort

porno izle

izmir escort

porno izle

istanbul escorts