Eski Sultanahmet Adliyesi’nin yanından geçen sokaktan yürürken, türkü söyleyen esmer bir kadının sesi cezbetmişti beni. Öyle esrarlı bir sesti ki o, sadece o sesi dinler yürürdüm ardından. Aniden durup döndü ve kapı burada diye işaret etti bana. Eskimiş, boyaları dökülen bir kapıydı bu. Kapısında Fatih Belediyesi levhası olan bu hafif eğimli girişten aşağı doğru ilerledikçe muhteşem bir karanlığa dalmış, bir zaman tünelinden Bizans’ın garip bir mabedine geçiş yapmış gibiydim.
Birbirine yakın ve sık yükselen direkleriyle, bin bir kez yüreğimize dikilecek ve karanlığında huzur bulacağımız bir yer olduğunu görünce; yanyana duran masalardan birine oturup bir kahve içmeyi düşündüm. Herhalde yeraltındaki sarnıçlarda pek yapılmayan ama şahsımın ritüellerinden birine dönüşen Binbirdirek Sarnıç’ındaki kahve keyfi hala devam ediyor. Belki sizler de, o masalardan birinde oturup gözlerinizi kapattığınızda, bu bin bir farklı ruh halinize derman olacak sessiz, sakin, kimselerin çok uğramadığı bu sarnıçta buluşursunuz sevdiklerinizle. Belli mi olur belki de bir aşkı mühürlersiniz.
Gelelim en parlak, en şaşalı, en gösterişli diğer bir sarnıca; Şerefiye Sarnıcı… Bu sarnıç ise bir kadın gibi bakımlı ve ışıltılı. Önünde yer alan ulu çınar ağaçlarının altında, tatlı bir sigara sonrası dalıp gittiğiniz, sizi içine çeken, bağrına basan, büyüleyen, hep bir kuytusunda sanatsal yapıt barındıran, ışığın gölgesinde hayallere daldıran, hatta ve hatta İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin organize ettiği Cumartesi konserlerinde bu dünyadan ayrılıp başka diyarlara göçmenizi sağlayan bir muhteşemlikte. En son ziyaretimde, birbirinden şahane sesleri barındıran bir koro ile bu sarnıcın atmosferine âşık olmuştum ve keşfedilmesi önemli bu deneyimi sizlere de kesinlikle öneriyorum.
Şimdi sıra; söylentilerin bir türlü bitmediği, filmlere ve romanlara konu olan Yerebatan Sarnıcı’nda… Eskiden bu sarnıca ‘Yerebatan Sarayı’ denirmiş. Suyun içinden yükselen ve sayısız gibi görülen mermer sütunları arasında sarnıcın içindeki gizli bir girişin kuzeydoğu yönünde ilerlediği ve Boğaz’ın Marmara Denizi’ne açıldığı noktada denizin altından geçtiği, Kız Kulesi’ne vardığı ve sonra da güneydoğuya kıvrılarak düz bir hat halinde önce Üsküdar- Kadıköy sahilinden devam edip, en sonunda Kınalıada’daki bir manastırda sona erdiği rivayet edilir.
Gizemler, tünellerle bitmez. Sütunları tapınak sütunlarından seçilmiş, sarnıcın en kuytu köşesinde göreni taşa çevirmese de hayranlık ve mitolojik çağlara götüren Medusa heykellerinin eski pagan dönemine bir selam niteliği taşıdığı aşikâr… Bir de Gözyaşı sütunu vardır ki; bu sütunun adının Gözyaşı Sütunu veya Ağlayan Sütun olmasının tesadüf olmadığı iddialar arasındadır. Gerçekten de; bu sütun diğerlerinden her zaman farklı ve her gittiğinizde yeni ağlamış gibi ıslaktır. Sütunun, Büyük Bazilika’nın inşaatında ölen kölelerin anısına yapıldığı düşünülüyor. Dilek sütununu da unutmayalım, bu sütundaki deliğe baş parmağınızı sokup, elinizi tam tur çevirebilirseniz dileğinizin yerine geleceğine inanılıyor.
Yerebatan Sarnıcı görenlerin kimini ürküten, kimini ise büyüleyen bir yer. Eskiden burada konserler olurmuş artık pek olmuyor. Suyu boşaltılıp bakım yapılmakta ve içindeki balıkların da şimdilik akıbeti bilinmiyor. Geçmişten bugüne yaşayan bu kadim balıklar, medusalar, gizemler ziyaret edenlerin ilgi alanını oluşturuyor.
Sarnıçları sırayla ziyaret ettikten sonra, dünyanın merkezi sayılan ve Yerebatan Sarnıcı’nın hemen önündeki Milyon Taşı ile sonlandırın bu gezintinizi… Milyon Taşı, İstanbul’un ve Dünya’nın sıfır noktası sayılıyor ve otoyolda gördüğünüz İstanbul’a 10 km. kaldı ifadesi bu Milyon Taşı baz alınarak yapılıyor. Hatta, 1884 yılında İngiltere’de Greenwich Gözlem Evi’ nden geçen meridyenin başlangıç meridyeni olarak kabul edilmesine kadar, Milyon Taşı’nın tüm dünya tarafından başlangıç noktası olarak kabul edildiği ve saat, mesafe, yön hesaplamalarının bu noktaya göre yapıldığı, özellikle İslam Dünyası’nda zamanın, İstanbul dolayısıyla Milyon Taşı referans alınarak hesaplandığı iddia edilmiş ve tüm dünya saatini İstanbul’a göre ayarlarmış.
Acaba dünyanın merkezi artık neden İngiltere ve 1884’te ne oldu ? Konunun İstanbul’da yapılan arkeolojik araştırmalarla bir ilgisi var mı? Ya da İngiltere hangi sırrı alıp götürdü ve neden dünyanın merkezi artık küçük bir İngiliz kasabası oldu?
Romalıların inancına göre; Milyon Taşı’ndan öteye tek bir düşman askeri dahi geçemeyecekmiş. O sınırı aşan herkes, bir melek tarafından orada öldürülecekmiş. Şimdilerde; o çok heybetli olmayan, kırık taşın önünde durup Roma’nın koruyucu meleğini bekleyerek “Neredesin?” diyorum. Bu şehrin ruhunu almaya çalışanlara karşı neredesin?