◊ 2020 projelerinize şöyle bir baktım da hem yapımcı hem de oyuncu olarak çok yoğun bir takviminiz var…
– Evet.
◊ Projeleriniz içinde en çok ilgimi çeken, “A Man Called Ove” oldu. Filmin orijinali İsveç yapımı. Siz şimdi adaptasyonunu yapıyorsunuz. Hangi aşamadasınız?
– Kitap tam bir başyapıt. Keza film de öyle. Kim ortaya çıkıp bu iki eserin altında bir iş yapmak ister? Ben değil… Bay Ove evrensel bir karakter. Çoğunluğu temsil ediyor. Japonya’da bir yapımcı “The Man Called Ove”un Japon versiyonunu yapıyorsa şaşırmam. O kadar evrensel bir hikaye.
Mesela filmde bir an var; Bay Ove kadına araba kullanmayı öğretirken, zor gelse de başarabileceğini şöyle açıklıyor: “Savaşın parçaladığı bir ülkeden kaçmayı başardın, bu ülkeye geldin, yeni bir dil öğrendin, çocuklarını doğduğun büyüdüğün yerden uzakta büyütüyorsun. Araba kullanmayı mı öğrenemeyeceksin?” Bu durum, günümüz Amerika’sına çevrilmeli. Ama nasıl?
Şimdi ben kitabı okuyup, orijinal filmi izleyip detaya inecek, senaryoyu temelini değiştirmeden Amerikan kültürüne uyarlayabilecek insanları arıyorum. Çünkü İsveç’teki ev sistemi, sağlık sistemi Amerika’da yok. İçimden bir ses, Ove’un mahallesinde yaşadıklarını filmin DNA’sını bozmadan başka bir ülkeye taşıyana kadar üzerinde çalışmamı söylüyor.
◊ Ne sıklıkla içinizden gelen sesi dinlersiniz?
– Umarım sıklıkla dinliyorumdur… Dinlerken bazen proaktif olmalıyız, yani ileriye dönük düşünmeliyiz. Bazen çenemizi kapatıp, derinlemesine dinlemeliyiz. Bazen de her şeye açık olup içimizden gelen sese kulak vermeliyiz…
62 yaşındayım. Yeni jenerasyon insanoğullarının varlığından yarı sorumluyum. Yani çocuklarım var. Onlar için her yönden daha iyi biri olmak istiyorum.
20’lerimde kim olduğumu bilmiyordum. 30’larımda kendimi göstermeye çalıştım. 40’larımda kendimi keşfedip, daha iyi tanıyıp yeniden yapılandırmaya çalıştım. 50’lerde daha ağırbaşlı oldum. 60’larda aslında önemli zannettiğim şeylerin düşündüğüm kadar önemli olmadığının farkına vardım.
Şimdi artık… Nasıl adlandırırsan adlandır, süper ego ya da her neyse o yok oluyor. Arka koltuğa oturup hayatın akışına kendini bırakmak gerektiğini anlıyorsun. Hayatla daha iyi anlaşıyorsun. İçinden gelen sesi dinleyip aynı zamanda profesyonel sorumluluklarını daha kolay yerine getiriyorsun.
BAZEN BAZI İNSANLARA KATLANAMIYORSUN
◊ Profesyonel sorumluluk demişken; 60’lı yaşlarında kendini daha iyi tanıyan bir adam olarak Tom Hanks’in sorumlulukları neler?
– Özgün, orijinal, samimi bir hayat sürmek… Bu evrende adil olmak, diğer insanlarla empati kurabilmek için limitlerimi test etmek… Neden? Çünkü tanınan biriyim. İnsanların oturma odalarında yıllardır varım. Benim işim bu duruma saygı duymak ve onları anlamaya çalışmak.
Saklamaya gerek yok, bazı zamanlar bazı yönlerden bu sorumluluktan kaçmak istiyorum. Çünkü bazen bazı insanlara katlanamıyorsun. İnsanlar apar topar, anında seni tanımlayabiliyor. Ama benim inandığım; ne kadar empati verirsen o kadar geri alacağın. Psikolojik bir oyun. Bazı koşullarda sonuna kadar gerçekleri söylemek lazım. Bazı koşullarda ise sadece yeterince söylemek…
◊ Güvendiğiniz, her durumda “katlanabileceğiniz” arkadaşlarınız var mı?
– Evet, var. Küçük bir arkadaş grubum var. Benim işimde sürekli başka ülkelerde, en az 3-4 ay süren yoğun set ortamlarında yaşıyorsun. O yüzden bir araya gelmemiz kolay değil. Ama bir araya gelmek için uğraş verdiğim, zaman ayırdığım 6-7 kişi var. Etrafımda 800 kişiye ihtiyacım yok. Doğru insanlarla ne kadar uzak kalırsam kalayım bıraktığım yerden devam edebiliyorum.
SÜREKLİ GİZEMLİ BİR VARLIĞIN ARAYIŞINDAYIM
◊ Hep bir arayıştayız. İyi bir arkadaş, para, aşk… Sürekli bir şeylerin peşindeyiz. Size bakıyorum; mutlu bir evliliğiniz var, kariyerinizde başarılısınız, maddi olarak hiçbir sorununuz yok. Nedir bu mutlu hayatın formülü?
– Çok ruhani olmadan cevap vermem gerekirse… Sevdiğim insanlarla kurduğum bağlantı, bir çeşit sonsuzluğun tanımı benim için. İnsanın dünyadaki yerini düşündükçe vardığım nokta hep aynı oluyor. Evrenimizin sorumlu insanlara ihtiyacı var. Sorumlu insanoğlu benim için daha yüksek ve ulvi bir varlık. Gandhi ile ilgili bir hikaye duydum. Konuşmalarının birinde “Tanrı aşk diye düşünürdüm, yaşadıkça aşk Tanrıdır anladım” demiş.
Şahsen insanoğlu için duyduğum en iyi açıklamalardan biri hâlâ budur. Sevgi, saygı, ilgi ve bağ…
◊ Dindar olmadığınız sonucunu da çıkarıyorum bu dediklerinizden…
– Aslında çok dindarım. Ben de herkes gibi sürekli gizemli bir varlığın arayışındayım. Görmediğimiz o gizemli varlığı kucaklamak, ona bağlı olmak, o varlıktan istemek ve dilemek bile bir gaye, bir amaç hissi veriyor.
◊ 20 Temmuz’da insanoğlunun Ay’a ayak basışının 50’nci yıldönümü kutlandı. Siz özel bir şey yaptınız mı?
– Çok fazla davet geldi ama o tarihlerde ülke dışında olduğum için katılamadım. Yapabildiğim tek şey Air and Space dergisine yazdığım giriş yazısı oldu.
◊ Nelerden bahsettiniz o yazıda?
– Apollo 11’in yanı sıra çok az bahsedilen, hatta adı bile unutulan Apollo 10 uçuşundan bahsettim. Çünkü benim için en az Apollo 11 kadar önemli bir uçuştu. Ay’a iniş dışında Apollo 11’in provası mahiyetindeydi. İnsanlara hatırlatmak istedim.
Stüdyoda sırtımı çalışanlara döndüm kimseyi görmek istemedim
◊ En son Şerif Woody’nin sesi olarak “Oyuncak Hikayesi 4” filminde yer aldınız. Dördüncü kez seslendiriyorsunuz Woody’yi. Bu karaktere sizi bu kadar bağlayan şey nedir?
– Seslendirme, disiplin ve bağlılık gerektiriyor. Böyle bir işi yaparken dikkat dağınıklığı kabul edilemez. Aktör olarak film çekerken kostüm giyiyorum, kamera önünde vücudumla, mimiklerimle rol yapıyorum. Görünüyorum yani. Konuşsam da konuşmasam da kamera önünde performans sergiliyorum. Woody’yi hayata geçirirken ise fiziksel olarak stüdyoya kapanıp başımı mikrofondan çevirmeden konuşuyorum. Kayıt sırasında yaptığın tek şey sesini yükseltmek ve alçaltmak. Ses ile karakteri duygusal olarak başka diyarlara getirmek.
Şöyle de bir durum var: Ne zaman “Oyuncak Hikayesi” için kayda başlasam, bir an önce bitmesi için günleri sayarım. Çünkü hem psikolojik, hem duygusal hem de fiziksel olarak güçten düşüren bir süreç. Bu son filmde kayıtların sonuna doğru seslendirme yaparken sırtımı çalışanlara döndüm. Kimseyi görmek istemedim. Göz teması bile kurmak istemedim.
◊ Neden…
– Bu filmde bir çeşit bireysel içine kapanıklık ve utangaçlık yaşadım, sırtı dönük kayıt yapmak istedim. Keşke her kayıtta aynı şeyi yapsaymışım.
◊ Dünyanın en büyük aktörlerinden biri, seslendirme yaparken içe kapanma durumunu yaşayabiliyor yani.
– Mikrofon başında kendimizi en çok tatmin edecek sesleri çıkarmaya çalışıyoruz değil mi? Seslendirme yaparken aynı diyaloğu her duyguda söylemeye çalışıyorsun. Üstüne bir de zaman sınırlaması koyuyorlar.
Ben de son “Oyuncak Hikayesi” filminde hem kendi yaratıcı dürtülerimi hem de yapımcıları tatmin etmek için aynı cümleyi 40’ın üzerinde farklı yorumla söyledim. Düşünsene senaryodaki her cümleyi 40 farklı yorumda söylemeyi… Yani seslendirme yapmak hiç kolay bir iş değil.
OKULDA ‘YENİ ÇOCUK’ OLMAYI SEVERDİM
◊ Tom Hanks’in çocukluğuna dönelim biraz. Okula gitmeyi sever miydiniz?
– Okula gitmekten hiçbir zaman çekinmedim. Okula girişlerim yarış arabası gibi 80 mil hızla olurdu. Arkadaş edinme problemi yaşamazdım. Şimdi işimden dolayı farklı yerlerdeyim ama çocukken de çok fazla taşındım. Bir sürü yeni okula gittim. Nedense her okulda “yeni çocuk” olmayı severdim. Yeni çocuk olarak olan biteni gözlemlemek, kendime en yakın bir ya da iki kişiyi aramak hoşuma giderdi.
◊ Şimdi daha zor galiba öğrenci olmak. Siz ne düşünüyorsunuz?
– Birilerinin çocuklara okulda sevildiklerini ve güvende olduklarını anlatması lazım. Çocukların okulda kendileri olabileceği onlara öğretilmeli. Olmadıkları gibi görünmelerine, numara yapmalarına gerek yok. Evlerinde sorunları olabilir, kendileriyle sorunları olabilir, toplum içinde sorunları olabilir ama okula geldiklerinde güvende olduklarını ve sevildiklerini hissetmeli çocuklar. Bu aşamayı aştıktan sonra her şey daha kolay olur gibime geliyor.