En büyük aşı/tıp karşıtı Vatikan’dı
Vakanüvis
Korona salgınıyla birlikte tüm dünyanın ana gündem maddelerinden biri haline gelen aşı, kolayca tahmin edileceği gibi hemen karşıtlarını da üretti. Bu itirazlar genel olarak; “soğukkanlı, görece rasyonel itirazlar”, “sosyal medyada ‘tık’ alma çabasıyla öne sürülen çoğu temelsiz, radikal görüşler” ve “düpedüz deli saçması hezeyanlar” gibi üç ana kulvarda toplanıyor. Tarihte son şıkka girebilecek, genel olarak tıp, spesifik olarak da aşıya akla ziyan itirazların zaman dilimi Ortaçağ iken, odağı ise Vatikan/Papalık olarak öne çıkıyor.
ORTA ÇAĞ ÂLİMİ İBNİ HATİP’TEN “MASKE-MESAFE-TEMİZLİK” İKÂZI
Ana akım bilim dünyası, aşı ile ilgili çalışmalarla ilgili uzun geçmişte İslam dünyasının, nispeten yakın zamanlarda ise Osmanlı’nın katkılarını görmezden geliyor. Oysa İslam alimleri gerek genel olarak tıp, gerekse mikrobiyoloji alanında önemli çalışmalara imza atmışlardı. Örneğin, Avrupa’daki son bağımsız Ortaçağ devleti Gırnata’da, Lisanüddin İbni Hatip, 1300’lerin ortasında veba hastalığının bulaşıcı olduğunu ispat etmiş, daha o çağda “maske, mesafe, temizlik” kuralını dillendirmişti. İbni Hatip, “Temiz ol. Hastanın giydiği elbiseyi giyme, kullandığı kap kaçağı kullanma, taktığı küpeleri takma, evinden uzakta dur. Hastanın olduğu yerin havasını soluma” diyordu. Fatih Sultan Mehmet’in hocası Akşemseddin ise “Maddet-ül Hayat” isimli kitabında, “Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatadır. Hastalık, insandan insana gözle görülmeyecek kadar küçük canlı tohumlar vasıtasıyla geçer.”diye yazmıştı.
LADY MONTAGU, “AŞI İNGİLTERE’YE DE LAZIM AMA KARŞI ÇIKARLAR” DEMİŞTİ
İngiltere’nin İstanbul Sefiri Edward Wortley Montagu’nun eşi Lady Montagu, Sarah isimli bir arkadaşına gönderdiği 1721 tarihli mektupta – Mektupları “Türkiye Mektupları” adıyla kitaplaştırılmıştı da – “Burada, çiçek hastalığına karşı ‘aşı’ denilen bir şey var. Bizde çok zalimane bir hastalık olan çiçek hastalığını Türkler bu metodla önlüyorlar” diyordu. Bu mektup, dünyada aşı konusunda yazılı ilk belge olarak tarihe geçmişti. Lady Montagu, aşının ülkesine getirilmesi gerektiğini de yazmış ama karşı çıkabileceklere dair endişelerini dile getirmişti.
Gerçekten de korktuğu gibi oldu. Uşak Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Hüseyin Haydar Kutlu ile Sakarya Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Mustafa Altındiş’in Flora Dergisi 2018 için ortaklaşa kaleme aldıkları “Aşı Karşıtlığı” başlıklı makalede anlattıklarına göre, Edward Jenner’in tıp camiasına aşı kavramını tanıtmasını takiben 1800’lerin ilk çeyreğinde İngiltere’de aşılama başlamış ancak 1853 yılında Londra’da “Anti-Aşı Derneği” kurulmuştu. Bu çevreler, daha sonra olayı “kişisel özgürlük” noktasına taşımış, bir süre sonra da “Zorunlu Aşı Karşıtları Derneği” adıyla yeni bir dernek kurmuşlardı. Bu derneğin 1870’lerden itibaren çıkardığı kitap, broşür ve dergiler ülkedeki aşılama oranlarında ciddi düşüşlere neden olmuştu. Aşı karşıtları arasında “Aşı dine aykırı, çünkü hayvanlardan elde ediliyor.” diyen rahipler de görülüyordu. Halk, sığırlardan bulaşan “inek çiçeği” için hayvanlardan alınan antikorlarla geliştirilen aşılara, “sığır insanlar ortaya çıkacak” diye direniyorlardı.
ORTAÇAĞ KAFASI: HASTA=GÜNAHKÂR
Güya “Aydınlanma Çağı”nda bile böylesi cahil ve bağnazca gerekçelerle aşıya karşı çıkan Batı dünyasının bu tutumunda, elbette ortaçağ skolastiğinin, bir başka deyişle Papalığın bilimsel gelişmelere, bu çerçevede de tıp ilmine yönelik tutuculuğunun izleri vardı. Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi’nden Doktora Öğrencisi Tolgahan Karaimamoğlu’nun Tarih ve Gelecek Dergisi’nde yayınlanan “Ortaçağ Avrupası’nda Tıp Kültürü ve Gelişmeleri” isimli makalesinde bu bağnazlık anlatılıyor.
Bin yıl gibi uzun bir zaman dilimini kapsayan ortaçağda, geçmiş tıp bilgilerinin tecrübeleri “tek çare benim” diyen kilise tarafından reddedilmişti. Kilise ve din temelli oluşumlar, geçmiş tıp bilgilerini ret ve inkâr yoluna sapmış, bunun neticesinde de eski batıl inançlar hızla bilimsel gerçeklerin yerini almaya başlamıştı. Kilise çevreleri, tıbbın yeni bilgilerine sürekli olarak – üstelik tahrif edilmiş – İncil’den referans bulma arayışındaydılar. Örneğin, ünlü din adamı ve doktor Milanolu Aziz Ambrose, insan sindirim sistemi ve “yaradılışın altı günü” hakkındaki bilgilerin, İncil’den vaazlarla dinle çelişmediğini belirttiktten sonra anlatılmasını uygun buluyordu. Kilise, hastalıklarla günahlar arasında tartışmasız bir bağ kuruyor, “hasta=günahkâr” formülünü, “çare”nin sadece dinden geleceği görüşünü çok katı bir biçimde savunuyordu. Papalığın Avrupa krallıklarıyla iç içe geçmiş yapısı nedeniyle de bu görüş, görüş olmakla kalmıyor, kamu otoritesi gücüyle topluma dayatılıyordu.
AZİZ AUGUSTİNUS: TEDAVİ ACI BİR ŞEYDİR
Ünlü Hıristiyan din adamı Aziz Augustinus, “insanlığın tüm soyunun lanetlendiği” inancını taşıyordu. Ona göre, bu “lanetlenmiş varlık”, doğal olarak hastalıklarla karşılaşacaktı. Aziz Augustinus, lanetten, hastalıklardan kurtulmak için “tek çare”nin ise kilisenin dediklerini yerine getirmek olduğunu savunuyordu. Çünkü, “Tedavi acı verici bir şey”di. Tabiî, Augustinus bu düşünceleri tek başına Hıristiyanlık’tan mülhem söylemiyordu. Onun düşüncesi de putperest Antik Yunan ve Roma’dan Hıristiyanlığa sızan batıl, ezoterik tortulardan etkilenmişti. Batının, asırlardır “tıbbın babası” olarak lanse ettiği Hipokrat, “kutsal hastalık” tezini işliyor; psikolojik nöbetleri, salgınları tek bir gerekçeye, “tanrıların öfkesi”ne bağlıyordu.
PAPA GREGORY: REÇETENİZ VAAZDIR
Ortaçağ, vebalar çağıydı. Papalardan biri olan Gregory, ekibiyle birlikte topluma sürekli olarak “veba toplumsal günahların bir sonucu” anlayışını pompalıyordu. Papalığın dedikleri; kral, diğer yöneticiler, hele de köylülerce tartışmasız kabul ediliyor, bu durum da rasyonel tedavi yöntemlerinin gelişmesinin önündeki en büyük engel haline geliyordu. Papa, kardinaller, papazlar, salgının tanrı tarafından gönderildiğini, sabırla geçip gitmesini beklemenin gerektiğini, bu süreçte de sürekli tövbeler edilip, kilisede vaaz dinlenilmesini, bu mümkün değilse yanlarına gelen papazların vaazlarına kulak verilmesini istiyorlardı. Tıp ve bilimle alakası olmayan, ölümü bekleme anlamına gelen bu tutum yüzünden “Kara Ölüm” salgını süresince Avupa’da yaklaşık 25 milyon insanın kiliseden medet umarken hayatını kaybettiği tahmin ediliyor.
MANASTIRLAR HALKA “TILSIM” VERİYOR, KARŞILIĞINDA PARASINI ALIYORDU
Kaotik ortamda, fırsatçılar da türemiş, manastırlarda kendilerini “şifacı” diye tanıtan rahip ve rahibeler, “tedavi yöntemleri”yle büyük gelirler edinmeye de başlamışlardı. Onların “tedavi” dedikleri, “her derde deva” şeyler ise pagan inançlardan kalma faydasız, çoğu zaman zararlı, her durumda da ezoterik unsurlardan oluşuyordu. Bu süreçte Avrupa toplumu, “okunmuş”, tuhaf kimyasal işlemlerden geçirilmiş küçük haçlar, kutsal resimler ve benzeri objeleri “tılsımlı” kabul ediyor, bunlarla hem kötülüklerden hem de hastalıklardan korunacağını düşünüyordu. Bütün bu atmosferde, bilimsel çalışmalar o kadar kötülenen bir şeydi ki, kimi seküler çevreler bu türden araştırmalarını gizli gizli yürütmek zorunda kalmışlardı.