Nil Kural – Ahmet Necdet Çupur’un 20 yıl sonra aile evine dönüp geleneklerin kıskacından kurtulmak için ebeveynleriyle çatışan ve özgürleşmeye çalışan kardeşleri Mahmut ve Zeynep’i belgelediği “Yaramaz Çocuklar”, geçen hafta dünyanın en saygın belgesel festivallerinden İsviçre’de düzenlenen Visions du Réel’in ana yarışmasından Jüri Özel Ödülü ile döndü. Çupur’un çekimleri aralıklı olarak üç buçuk yıl süren filmi “Yaramaz Çocuklar”, Antakya’nın Keskincik köyündeki bir evi; bağnazlıkla yüzleşmenin, Türkiye’deki kadın hakları mücadelesinin, kız çocukların eğitim hakkı ve özgürleşme çabasının, farklı bir gelecek isteğinin sahnesi haline getiriyor. Çupur ile ilk filmi “Yaramaz Çocuklar”ı konuştuk.
Mühendislikten sinemaya geçişiniz nasıl oldu?
Aslında altı yaşından beri bir arayışım vardı ama yönelimimin nereye olduğunu bilmiyordum. Köyden çıktıktan sonra cemaat yurdunda kaldım. Orada dini yönelimim oldu. Üniversiteyi kazandıktan sonra da kendimi boşlukta ve kötü hissetmeye başladım. Bir süre sonra okumak için Romanya’ya gittim. Buradayken bir kısa film çektim ve sinema yapmaya karar verdim. Ancak bir süre finansal desteğe ihtiyacım vardı. Bu yüzden Irak ile Afganistan’a gidip mühendis olarak çalıştım.
“Yaramaz Çocuklar” projesi nasıl başladı?
Cemal diye bir kardeşim var, o aradı ve “Zeynep zor durumda” dedi. Zeynep’i hiç tanımıyordum, sadece varlığından haberim vardı. Zeynep’le konuşmaya başladık. Yavaş yavaş fabrika işlerinden, hayatından ve seçimlerinden bahsetmeye başladı ve bunlar beni çok etkiledi. Ben de dedim ki, “Eğer bunca yıl sonra oraya dönüyorsam, bunu kayıt altına alayım.” Başta bir belgesel olabileceğini düşünmüyordum.
Film, aileye karşı çıkan çocukları konu alıyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Dünyanın her yerinde olan bir durum. Ebeveynler ve çocukları arasındaki bakış açısı farkı derinleşmeye başladı. Avrupa ve Batılı ülkelerde o kadar ciddiye bindi ki yeni nesil eskiye dair her şeyi yıkmaya başladı. Köye vardığım zaman Zeynep’in annem ve babamla anlaşamaması çok beklendik bir durumdu. Mahmut’un, hatta Belkıs ve diğer evlerdeki gençlerin anne babasına karşı tavır alması ilginç geldi ve gözümde konuya belgesel değerini kazandırdı. Filmin başında Zeynep nişanlıydı, 13 yaşındayken yapılan bu nişanı sonlandıramıyordu. Bu durumun yalnızca Türkiye’nin bir kenarında değil, ülkenin her yerinde olduğunu görmeye başladım. Zeynep’in nişanını bir şekilde bitirdik. Sonra fabrika konusuna odaklandım. 18 yaşının altında çocukların fabrikaya nasıl bu kadar kolay girebileceğini sorgulamaya başladım. Fabrikadakilerle görüşemeye çalışıyordum ama OHAL’in ilan edilmesinden sonra eve yoğunlaşmaya başladım.
Film, çocuk işçilerle mi ilgili olacaktı?
Belkıs ve Zeynep’in bilinçli olmasının en büyük nedenlerinden biri bu fabrikaların onlara ekonomik özgürlük kazandırmasıydı. Babasından daha fazla kazanan 16 yaşındaki bir kız, babasının sözlerini dinlemeye neden devam etsin ki?
Çocuk işçiliğinin özgürleştirici olmasında bir çelişki yok mu?
Kesinlikle. Dünyada olduğu gibi ekonomide yer almaları kadınların yerini sağlamlaştırıyor. Bir fabrika işinin ekonomik özgürlük sağlaması bilinci bu kadar mı artıyordu? O yüzden mi “Hakkımı size yedirmem” diyordu Zeynep? Bilinçlenme açısından bunun tek neden olmadığını, insan psikolojisi çok daha karmaşık olduğunu ama etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum.
Filmin kalbi olarak tanımlanabilecek Zeynep’in annenizle yüzleştiği an, feminizm dersi gibi.
Zeynep feminizmi yakından takip eden biri. Benden oraya gidiş gelişlerimde her zaman feminist yazarlardan kitaplar istedi. Her ne kadar göstermesem de Zeynep sürekli kitap okuyordu. Babası da elinde her kitap gördüğünde alıp yakıyordu, atıyordu. Bunların kötü olduğunu biliyoruz, göstermek istemedim. Bu davranışların arkasında yatan o bilinçlendirmeyi öldürmek. Kimse Zeynep’in bilinçlenmesini istemiyor; ne annesi babası, ne fabrikadakiler ne de garip şekilde öğretmenleri…
Ailenizin hikâyesini çekerken mesafeyi nasıl aldınız?
Samimi olmam gerekirse 20 yıl olmuştu, duygusal değerlerin hepsini yitirmiştim. Aileye zaten uzaktım, filmle yakınlaşabileceğimi düşünüyordum. Olmadı. Bunun nedeni de Zeynep ve Mahmut’un yaşadıkları. Kardeşlerimin yaşadıklarını ben de yaşadım, fark yok. Beni şaşırtan da buydu.
Çupur, ‘Filmin başında Zeynep nişanlıydı, 13 yaşındayken yapılan bu nişanı sonlandıramıyordu. Bu durumun yalnızca Türkiye’nin bir kenarında değil, ülkenin her yerinde olduğunu görmeye başladım. Zeynep’in nişanını bir şekilde bitirdik’ diyor.
“Seyirciyi şiddetin dışında tuttum”
Teknik açıdan çok zorlandınız mı?
Maalesef. Filmin ilk 30 dakikalık kısmı kendi imkanlarımla küçük bir kamerayla çektim. Kış olması, yani yeterince ışık olmaması beni bazı kararlara itti. Şuna kafa yordum: Nasıl kadrajlamalıyım? Karakterleri kadrajda köşelerde çektim. Mahmut’a babasının bağırdığı sahneyi dışarıdan çektim. Özellikle şiddet sahnelerinde kimseyi aile içi şiddete dahil etmek istemedim, kendimi de dışarıda tuttum.
Aile fertlerinin kamera karşısındaki rahatlıkları aileden biri olmanızdan mı kaynaklanıyor?
Eğer uzun süre küçük bir aletle bir yerde oturursanız, insanlar yavaş yavaş o aletin kamera olduğunu unutuyorlar. Üç ay boyunca aynı şekilde oturup kendimi unutturdum.
“Ödüller kişisel bakışın sonucu”
Visions du Réel’de kazandığınız ödülle ilgili neler söylemek istersiniz?
Bütün ödüller kişisel bir bakışın sonucu. Sinemacılar olarak şunu görmüyor muyuz: Ailenin yerini tutan toplum, onun yerini tutan da devlet. Birçok sinemacı devletin yerinin hayatı nasıl etkilediğini anlatır, benim filmim ise devletin yerine küçük birimin hayatımızdaki yerini anlattığı için evrensel bir karşılık buldu.