Bugün de hayal gücü ve görselleştirme kabiliyeti üzerine konuşalım.
Başlayayım. Güneş Sisteminin minik asisi Plüton’u bilmeyen yoktur.
Hikaye burada bitmiyor. İnsanoğlunun da ufku asla sonlanmayacak…
New Horizons da 2006’da fırlatıldığında kendine yeni ufuklar aramak üzere yola koyuldu. Amaçlarından birisi de, dokuzuncu gezegen Plüton’un hemen yanından geçip onun detaylı fotoğraflarını çekmekti.
Plüton’un yanından geçerken çekip gönderdiği fotoğraflar sağ olsun, onun tam olarak neye benzediğini geç de olsa öğrendik.
Üzerinde kocaman bir kalp mi vardı ne?
Temsili fotoğraflar ve gerçeği.
Aradaki fark, gerçekle onu oluşturmaya, sezmeye çalışmak arasındaki uçurumu ortaya koyuyor.
Bu muhtemelen, insanlığın kaderi gibi bir şey. Uzaydan tarihin tozlu sayfalarına inelim ve bu orta çağ çizimlerine göz atalım.
Bu bir fil.
Dönemin Avrupalı ressamları, fillerin varlığından haberdardılar. Fakat onları hiç görmemişlerdi.
Yalnızca verilen tarifler neticesinde filleri kafalarında canlandırmaya ve yüzeye dökmeye çalıştılar.
Çıkan sonuçlar yer yer tutarlı olsa da, bazen (örneklerde olduğu gibi) epey alakasızdı.
Yine de onları suçlamamak gerekiyor…
Bir saniyeliğine sizden aynı şeyin istenildiğini hayal edin. Ne kadar tutarlı sonuçlar ortaya koyabileceğinizi düşünün.
Hiç görülmemiş bir şey. Tarifi var. Neye benzediğini de biliyoruz ama…
Tıpkı Plüton gibi.
Ayaklardaki detaylar, tanıdık detaylarla bu çalışmaların tamamlandığını gösteriyor.
Bu durumda at bacaklı fil tasvirleri kaçınılmaz olmuş.
Neresinden baksan serin bir hikaye.